Roman; göçle birlikte kültürlerin de taşındığı, Anadolu kasabası havasındaki bir İstanbul semtinde geçiyor bahçelerle çevrili gecekondularda, tertemiz yüreklerinde uzun boylu hayaller yetiştiren yoksul halk yığınlarının buluştuğu bir semtte...Hala çocuk yürekli bir 78'linin, İlyas Zeki Kutlu'nun Türkü'sü bu...Yazarken o günleri an be an tekrar yaşamış Kutlu. O günlere ait hala öfkeleri ve sevinçleri var. Davasına küsüp ; “beceremedik, bizi anlamadılar” demeyen, o heyecanı aynı ilk gençlikteki gibi hala yüreğinde taşıyan bir adamın Türkü'sü...
Kitabın bir bölümünde hipodromun görünmeyen yüzünü anlatıyor Kutlu. Atların sidik kokusuna mahkum, atlarla birlikte yaşayan seyisleri anlatıyor. Hipodromun mimarisini okuyucu gözünde canlandırırken; sanki eski Roma’da, bir arenanın içinde hissediyor kendisini. Onca yer varken o koskoca sahada, kendi bindiği atlarla birlikte yatması için seyislere reva görülen yapılarla, zincire bağlı gladyatörlerin arasındaki farkı anlamaya çalışıyor okuyucu. Anadolu’dan gelip ekmek kavgası veren gönüllü kölelerle, savaş esiri gladyatörlerin farkı...
Tepeyi ve tepedeki politika ağalarını değil; Sokağı ve sokaktaki inançlı insanların mücadelesini anlatıyor bu kitap. Kariyer kaygısı olmayan, emeğin kutsallığına inanmış, gerçek ve doğal devrimcilerin romanı bu. Gecekondularda yaşayan halkın yaşam mücadelesine eklenen yıkıma karşı mücadele, hipodromlarda at pislikleri içerisinde yaşayan gurbetçi seyislerin hak arama mücadelesi, fabrikalardaki sendikal örgütlenmelere karşı faşistlerin işçilere olan baskıları ve bu dengesizliği bir şekilde fark etmiş bir avuç temiz yürekli çocuğun kavgası…
Dozerler! Dozerler! Dozerler!
Çığlıklarla bir anda boşalan kahvehaneler ve gecekondular karşısında korku filmi gibi bir sahne yaşanıyor. Bir Transilvanya kasabasında, kurt adamların bir gün geleceğini bile bile, korku içerisinde de olsa günlük yaşamlarına devam eden kasabalının bir anda kurt adamların gelmesiyle çığlık çığlığa sağa sola koşturdukları bir film sahnesi gibi, mahallelinin ellerinde taşlar sopalarla çaresizce dozerlere koşturması…Bu günlerden o günlere başımızı geriye çevirip bakmamızı sağlıyor bu kitap. Baktığımızdaysa bu kadar kirlenmemiş bir dünya görüyoruz. Henüz sindirilememiş, korkusuz yoksul emekçi halk ve proletaryanın mücadelesinin onurlu, yiğit halkla buluştuğu bir dönem. Yine aynı şekilde, bir lokma ekmeğin peşinde koşturan tertemiz onurlu emekçi yığını…Hakkını arayan emekçiye devlet ağzıyla “terörist” değil, “hakkını arayan emekçi” diyor halk ve akın akın ziyaret ediyor hipodromdaki grevi ellerinde yiyecek torbalarıyla…
Şartların daha ağır olmasına rağmen daha sıcak daha samimi bir halk… Nerede hata yaptık ve ne zaman bu kadar duygusuzlaştırıldık, ne zaman bu kadar yabancılaştık birbirimize, ne zaman mazlumun karşısında, zalimin eteklerini öper olduk?! Diye sorduran bir halk!...
Ve devrimcinin göğsünde yanan ateşin çatallanması… AŞK
“şey… Demek istemiştim ki, biraz düşünmeliyim belki.”
“acemi sevmelerim, ah benim acemi sevmelerim…” nereden düştü bu cümle aklıma bilmiyorum, bir şiirden belki de, belki de bir şarkıdan. Ama nereden düştüyse isabetli bir anda düştü. Salih’le Arzu’nun ilk buluşmaları, ilk defa el ele tutuşmaları, her ikisinin de randevuya erken gelmeleri, titreyen seslerle kurulan utangaç cümleler… “ah benim acemi sevmelerim…
“Utangaç ve tertemiz çocuklar ordusu,
Kırarsa bir gün zincirlerini…”
“ Biz 78 liler dönemimize ilişkin nesnel ve yüreklice bir özeleştiri yapabilmiş değiliz. Aksine, genelde yapılan 12 Eylül mağdurları! Olma vurgusu olmuştur. Biz 12 Eylül faşizminin mağdurları değil, muhatabıydık. Bir diğer gerçek te, bizim sonraki kuşaklara kendi deneyimlerimizi aktarabilme konusunda oldukça yetersiz oluşumuzdur. Bence bu yetersizliğin temel nedenlerinden birisi de zaten kendimizle yüzleşmemiş olmamızdır!” ” diyor İlyas Zeki Kutlu kuşağından ve kitabından söz ederken.
Ve kahpe bir kurşunla son buluyor roman...
-Biz yaşadık mı Salih?
- Yaşadık elbet dostum, elbette yaşadık biz. Yaşıyoruz ve yaşayacağız, hem de her zaman, onurumuzla…
TÜRKÜ SÖYLER GİBİ!!!
0 yorum:
Yorum Gönder