Öyküyü göze benzetirim. Yaşamın içinden seçtiği bir durumu, olayı, etkiyi görüp göstermeye odaklı keskin bir göze. Her okurda farklı çağrışımlar yarattığından –özellikle açık uçlu öykülerde– etkisi ve gösterdikleri de değişir. Nitelikli bir öykünün değerini iyi bir okur verebilir ancak. Yani göz göze gelindiğinde. Sonuçta bu da yaşamı anlama çabalarından biri değil midir? Djuna Barnes, “İnsanın geçmişi ya da geleceği görebilmesi için biraz deli, yaşamı anlayabilmesi için yaşamın biraz dışında olması gerekir,” der. Buradaki “dışında olmak”, kendine bile kuşbakışı bakabilmenin gizindedir. Bize dışarıdan gösterilen yaşamın içidir. Bir öyküyü okurken de önce dışarıdan bakar sonra adım adım içine gireriz. Hem içinde olmak, hem de dışında olmak gibi bir çelişkiyi yaşarız. Okuduklarımız yazarın kurguladıklarıdır ama biz onu gerçekmiş gibi algılamak isteriz. Buna kendimizi inandırırız. Çünkü bu yolculuk bizi bize götürecektir. Geniş bir okur kitlesine açılamaması, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de romana göre çok daha az ilgi görmesi öykünün seçmeci tavrından kaynaklanır. Son birkaç yıldır öykünün kendinden söz ettirmesini, çeviri olsun telif olsun peş peşe öykü kitaplarının yayımlanmasını, yeni yeni birçok öykücüyle öykü alanının zenginleşmesini nasıl değerlendirmeliyiz?
İğne deliğinden Hindistan’ı gören, anlamı katman katman soyup özün meselesini bir çırpıda olmadık yerde kavrayıveren edebiyatın kırılgan yapılı türü öykü ne oldu da birdenbire dikkatleri üzerine çekti? Durgun akan bir akarsuydu da yatağını derinleştirecek şaşırtıcı bir atağa mı geçti? Hakkında konuşulurken çoğu zaman benzetmeye ya da kıyasa başvurulan öykü çoğaldı, birikti. Dili başka sanat dallarının, bilimin, kavramsal düşüncenin diline karıştı, yaşamın her noktasına esnedi. Postmoderne evrildi. Bütün bu çeşitliliğin getirdiği farklılığın yarattığı zenginlik öykücülüğümüzün yatağını daha da genişletti.
Birbirinden farklı yönsemeleri olan öyküler yazılıyor bugün. Geçmişten gelen birikimi değerlendirip sözünü devraldığı mirasın üzerine ekleyen çok sesli, çok renkli, kavradığı meseleyi söylemek için kendine yepyeni yollar bulmuş öyküler, yazın ortamını hareketlendirip zengin bir skala çiziyor. Öte yanda birikime dayanmayan, hatta geçmişi küçümseyen bir alaycılıkla yenilik getirme savıyla içi boş ve birbirini çoğaltan “samimiyetsiz” zorlama öyküler de yazılıyor. “Okumama gerek yok, ben yazıyorum,” diyen marjinal olma özentisindeki bir yazardan, “Orhan Kemal okumak zorunda değilim,” diyene uzanan bu kendini beğenmişlik ve “içi boş”luğun öykücülüğümüzün gelişimine olumsuz bir etkisi olacağını bile düşünmüyorum.
Peki, bugünün öyküsü neye bakıyor? Biçimi de yönlendiren içerik nedir; daha çok neyin öyküsü yazılıyor? Parçalanmış zihnin, benliğin öyküsü; anlam arayışının bununla birlikte anlamsızlığın öyküsü; absürdün öyküsü, geçmiş zamanın yazısıyla hesaplaşan yazının öyküsü; süresiyle yarışan hızın öyküsü; ağırdan almanın hızla tüketime karşı çıkışın öyküsü, yabancılaşmanın öyküsü. İnsan ilişkilerinde kaybedilen, bulunan, tanımlanan daha çok da yalnızlığın öyküsü yazılıyor.
Öykü, öteki edebi türlerle sınırlarını giderek saydamlaştırmayı sürdürüyor. Görsel şiire, matematik şiire, ses şiire, denemeye, günceye, mektuba, tiyatroya. Kendi dışındaki metinlerin dinamiklerini kullanmaktan çekinmiyor. Söz konusu türlerle melezleşmesi bir yana kimi öykülerin türüne özgü doğasından uzaklaştığını, yüzünü kendi olmayan tarafına döndüğünü görüyoruz. Öyküsünü gittikçe şiire dönüştüren Seyit Göktepe’yi hemen anmak gerekiyor. Ses şiirin yankısını söz diziminde kullanan Murat Yalçın’ı; kurgusuna görsel şiiri ekleyen Kerem Işık’ı, onun yanı sıra, bir öyküsünü tiyatro oyunu biçiminde yazan Feryal Tilmaç’ı. Tilmaç’ın Esneyen Adam kitabındaki (YKY, 2013) “Aslı Gibidir- Hanımkişi Niyetine Tek Perdelik Oyun” başlıklı öyküsü geleneksel davranış biçimlerinin birer oyundan farkı olmadığını vurguluyor. Bunu da tiyatro metnine özgü kurgu dekorunda gerçekleştiriyor. İlhan Durusel de “Gölgede Oyun”da (Gül Öksüren Melek, YKY, Nisan 2012) Karagöz Hacivat imgesiyle zamanımızın ruhunun çatışma noktalarını yansıtan durumları canlandırıp perde perde göstermiş. Anlatılanların aynı zamanda bir sahnede olup bittiğini açıklayan, odaklanan durumu izleyici konumuna getirilmiş okuruyla gerçekleştiren, okura misyonunu söyleyen bir eylem bu. Elbette başka örnekler de verilebilir ancak bu, yazının sınırlı alanını aşacaktır. Sonuçta, öykünün yerleşik kurgu değerlerinden koparılması yazarın deneysel arayışlarının bir sonucu. Teknik arayışlarda türlerarası, metinlerarası ilişkiler, eklektisizm, kitch estetiği de değerlendiriliyor bugünün öykülerinde. Kimi zaman etkiye hizmet edip içeriği güçlendiriyor bu yönelim. Kimi zaman da yöntemin hazırladığı tuzağa düşüp yapay olanın soğuk bir karikatürüne dönüşüyor. Kitsch eleştirisi yapılırken ona benzemek başka türlü bir trajedi değil mi? Kitsch estetiğine bürünmüş her eser gerçeğin yitimini vurgular. Yerleşik olan yöntemin değersizleştirilmesi esas amacıdır. Sadece nesnelerde değil, söze, davranış biçimine, tepkilere yansıyan algılama biçiminde kendini gösterir. Sistemin çarpık işleyen düzenini anlatan öykülerde daha sık karşımıza çıkıyor kitsch. Dilini parodi ve ironiyle el ele tutuşturup eğlencelik araçlarla örüyor. Seray Şahiner’in Hanımların Dikkatine kitabında (Can, 2011) kitsch toplum davranışlarında gösterilirken dil düzeyinde de işleniyor. Metinlerarası ilişkilerin, eklektisizmin kullanıldığı türlerarası geçişimli öykülerde de kurgunun inandırıcılığını ya da gerçekliğini değersizleştirmeye yönelik bir vurgu var. Öykülerin teknik, biçim arayışları bir yönüyle isyanın aracı. Belki de isyanın sesi. Anlam aranırken söz mü yitiriliyor? Bir oyunu imleyen, sözcüklerin oyun alanına dönüştüğü metinlerde dil sürçmeleri, çok bilinen kalıplaşmış sözlerin deforme edilmesi, dilin eğip bükülerek yeniden kurulması alttan alta kurguda anlatılanların zihinde gerçekleştiğinin izlenimini veriyor. Algılanan dış dünyanın gerçeklerinin birer yansıtma araçları olduğu işaret ediliyor. Murat Yalçın’ın Aşkımumya’da ve İma Klavuzu’nda temellerini atıp geliştirdiği oyunsu dil anlayışı son dönemde YKY arasından çıkan öykü kitaplarında sıkça görülüyor.
Bu durumda karşımıza bir başka soru çıkıyor. Öykümüzde biçim çeşitliliğini yayınevleri etkiliyor olabilir mi? Yapı Kredi Yayınlarının son dönemde peş peşe yayımladığı öykü kitaplarında ortak bir çizginin varlığından söz edilebilir. Hatta bir ekolden. Kerem Işık’ın Toplum Böceği, Gökhan Yılmaz’ın Biraz Kuşlar Azıcık Allah’ı, İlhan Durusel’in Gül Öksüren Melek’i, Feryal Tilmaç’ın Esneyen Adam’ı, Şenay Eroğlu’nun Evlerin Yüreği nitelik açısından farklı olsalar da biçimsel özellikleriyle birbirine çok yakınlar.
En çok öykü kitabı yayımlayan bir diğer yayınevi Can Yayınlarının böyle bir “ekol” kaygısı yok örneğin.
Yeni kurulmasına karşın ilk kitapları özellikle de adını edebiyat dergilerinde duyurmuş yeni yazarların ilk öykü kitaplarını yayımlamakla ne denli cesur olduğunu kanıtlayan Alakarga yayınlarının bu konuya yaklaşımı da farklı. Geniş bir yelpazesi var Alakarga’nın. Bora Abdo, Neslihan Önderoğlu, İrem Karabaş farklı çizgilerde ama kendi sesleriyle yazıyorlar. Alakarga’nın değişik anlayışlara yer verdiği kendi çapındaki şemsiyesi genç öykücülüğümüzün panoramasını da yansıtıyor.
Öykücülüğümüzdeki bu gelişim çok sevindirici; yetkin öyküler alanın ufkunu genişletiyor. Tek belirleyicinin “zaman” olduğunu unutmamak gerek.
0 yorum:
Yorum Gönder