Yayınevi editörlerine sorarlar: Ölçütleriniz nelerdir? Bir dosyaya olumlu yanıt vermek için neleri göz önünde bulundurursunuz? Yayınlamak için yetersiz bulduğunuz bir dosyanın reddedilme gerekçeleri nelerdir? Bu gerekçeleri yazarına bildirir misiniz?
Genç yazarın kafası sorularla doludur: Daha ilk öyküsünü yazmış bir yazar adayı, daha kalem, kâğıdın üzerinde ilerlerken, aklına üşüşen sorularla savaşır bir yandan: Oldu mu? Dergiler, yayınevleri ne düşünecekler bu yazdıklarım hakkında. Bana kaleme aldığım bu metnin ne olduğunu kim söyleyecek?
Kavafis, “İlk Basamak” şiirinde ne güzel anlatır bu duyguyu: “Ah, çok dik, görüyorum / Şiir merdiveni çok dik…”
Ankara’da, yazdığım (bence) ciddi ilk öyküyü Yaba’ya göndermiştim. Aydın Bey, ön yüzünde Panait Istrati’nin portresinin bulunduğu bir kartpostalla yanıt vermişti bana. Öykümün dergide yer almayacağını, ama yılmadan yazmaya devam etmemi öğütlemişti. Bugün Istrati’li o kartpostalı saklar, Yaba’nın bana verdiği gücü anımsarım.
Öykü, Sait Faik’ten bu yana büyük ilerlemelerle yazılıyor Türkiye’de. Dönem dönem sıçramalar görünüyor, sözgelimi 50 Kuşağı, Sait Faik’in yanında Modern edebiyatı da almıştı arkasına. Dil Devrimi’nin kazanımlarının da 50 Kuşağı’nın biçimlenmesinde önemli katkıları olmuştu.
90’lı yılların başında, edebiyat dergilerini izlemeye başladığımız zaman, bir zamanlar yayınlanmış öykü dergileri yaşamlarını sürdürmüyordu. Varlık gibi önemli dergilerde her sayıda bir-iki öykü yayınlamakla yetiniyorlardı. Önce Yazıt bir “Modern Öyküler” eki çıkarmaya başlamış, ardından Adam Öykü, Düşler Öyküler gelmişti.
Öykü dergileri, öykü kitabı yayınlamayı sürekli hale getirmiş yayınevleri ve en çok Özcan Karabulut öncülüğünde Ankara’da kurumsallaşmış Öykü Günleri, bizim “öykü kurumları”mızdır elbette. Bu kurumların öykünün son on yıldaki yükselişine katkısı büyük olmuştur.
Genç yazarların öykülerinin dergilerde yer alması hem o yazara hem de öyküye adım atmayı düşünenlere cesaret verir. Kişi kendi yazdıklarını başkalarının öykülerinin yanında görür, aydınlanır. Karşılaştırma, eksikleri, fazlaları görme olanağına kavuşur. Eskilerin dediği gibi, edebiyat dergileri okul olma görevlerini yerine getirir böylece.
Son on yıldır, yalnızca kitaplardan ve dergilerden değil, daha hiçbir yerde basılmamış dosyalardan da takip ediyorum öykücülüğümüzü. Ülkemizin her köşesinde öykü okunduğunu, öykü yazıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Öykünün romanla (gördüğü ilgi bakımından) boy ölçüşebileceği anlamına gelmez bu, ama bir süreklilik ve yaygınlık kazandığını gösterebilir. En uzak köylerden hapishanelere kadar, her yerde öykücüler, öykü okurları var. Bu, işin sevindirici yanı; öykü kurumlarının ne denli başarılı olduğunu göstermeye de yetecek bir veri, bence.
Belli bir düzeye ulaşan genç öykücü için bugün öyle sanıyorum ki, öykü kurumlarımızın açtığı olanaklar yeterince umut verici. Dergiler, kendilerine ulaşan öyküleri değerlendiriyor, “öykü atölyeleri” aracılığıyla, yayınlamayı düşünmedikleri öykülerin kusurlarını yazarlarına bildiriyor. Böylece bir okul, bir atölye olma işlevini de yerine getirmiş oluyor.
Benzer bir uygulama yayınevlerinden de bekleniyor. Oysa, yayınevi esasta böyle bir görev üstlenmiyor. Yayınevi, kendi ölçütleri içinde, aradığı niteliği yakalamış genç öykücüye kapılarını açıyor. Yayınlamayı kararlaştırdığı yazarla kitap üzerinde çalışıyor; bu elbette, kurumlar arasında “yazılı olmayan” bir tür iş bölümü anlamına da geliyor.
Peki, henüz dergilere girmemiş, yayınevlerine ulaşamamış öykücüler neler yazıyorlar? Toprağın altında ne var, neler filiz vermek üzere? Burada yavaş yavaş belirmeye başlayan yönelimleri birkaç başlıkta toplamak mümkün.
İlkin, hemen söylemek gerekir; Modern öykücülüğümüzün izi sürülüyor. Birinci ağızdan anlatılan, çoğunlukla artık “klasik” diye nitelendirdiğimiz sıralı anlatım biçimiyle kaleme alınmış öyküler bunlar. Konular çoğunlukla aynı yerden alınıyor: Mahalle araları, çocukluk anıları, aile yaşamı… Bu öykülerde edebiyat derslerinde verilen yöntem esas kabul ediliyor; tek bir olay, kısa bir metinle ele alınıyor ve hikâye ön planda duruyor. Aktarılan olayın “ilginç” olması, zaman zaman destansı nitelikler (öykü kişisinin evrensel, büyük bir karakter, bir sembol olarak ele alınması) finalin vurucu ya da akılda kalıcı olması gözetiliyor elbette.
Bu yönelimle kaleme alınmış öykülerin en büyük kusuru (ilginçlik, destansılık, final gibi kusurların yanında), dil. Bir öykü kurmaya koşullanan, ilginç bir kişinin ya da olayın peşine düşen yazarlarımız, öykünün dil bakımından ayakta kalabilmesi için imla kurallarına uymasını yeterli görüyorlar (bu kuralların yerine getirildiğini de söyleyemiyoruz ne yazık ki). İmlaya zorla da olsa uydurulmuş, bu bakımdan “temizlenmiş” bir öykü, bu “temizlenme” çabasından kendini kurtaramıyor oysa. Bu çalışma sırasında dil tüm canlılığını ve yazara özgü tüm özelliklerini yitiriyor. Sözgelimi, öyküde bir anne oğluna, “Canım oğlum benim, seni ne kadar sevdiğimi bilirsin,” dediği zaman bunu öykü kişisinden çok yazarın söylediği kesinleşiyor. Öykü diyalogu, kötü senaryo konuşmalarına dönüşüyor.
Türk edebiyatının Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi büyük ustalarının bu nedenle dikkatle okunması gerekiyor. Zira bu yazarlar yalnızca olayın ya da kişinin peşinden gitmiyor (öyle görünseler de). Her biri, benzer öykü anlayışları içinde kendi söylemlerini, kendi üsluplarını koyuyorlar ortaya. Buradan hem yaşamımıza hem de örneğin Orhan Kemal’e özgü bir diyalog biçimi çıkıyor. Yani çevremizde rahatlıkla rastlayabileceğimiz bir karşılıklı konuşmayı Orhan Kemal, kendi üslubuna dönüştürmeyi başarıyor. Onu anlıyoruz. Orada hem onun hem de halkımızın sesini duyuyoruz.
İkinci yönelim, en az bir önceki kadar güçlü: Fantastik ve bilimkurgu. Bu yönde verilen çaba son beş-altı yılda yoğunlaşmış görünüyor. Elbette bu eğilim daha çok romana yöneliyor ama öyküde de, önemli bir niceliğe işaret ediyor. Öykücülerimizin, fantastik romanlarla Ursula Le Guin gibi yazarların etkisinde kaldığı görülüyor. Metinler, (bu konuda sağlıklı bir araştırmaya sahip değiliz elbette) fantastik-bilimkurgu yazarlarının Türk edebiyatını hemen hemen hiç okumadıklarının işaretini veriyor. Ancak, iyi örnekleri var; bu alanda sağlam metinler yazan genç yazarların Türk edebiyatını değilse de dünyanın önemli yazarlarını iyi okudukları söylenebilir. Benzer imla sorunları, bu yönde yazılan metinlerde artıyor.
Üçüncü ve son yönelim, edebiyatımızın 50 Kuşağı’yla başlayan, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü gibi yazarlarla süren anlayışına dayanıyor. Ancak elbette bu en zoru; bu tür öykü yazarından kişisel uslup, düşünsel derinlik istiyor. Yazarın belirgin bir hayranlıkla yöneldiği öykü, biçim denemelerini, dil oyunlarını zorunlu kılıyor. Bu da Kavafis’in sözünü ettiği merdivenin iyice dikleşmesi demek oluyor.
Sözünü ettiğim öykü kurumları kanımca bir tür “öykü eğitimi” sağladı Türkiye’de. Bu nedenle bugün baktığınız zaman romana oranla öykünün daha nitelikli bir seyir izlediğini görebilirsiniz. Yine de, başka pek çok ölçütün yanında, bana göre, özellikle öyküleri henüz kitaplaşmamış ya da dergilere girmemiş öykücülerin en büyük sorunu, dil. Çünkü dil, çetrefil. İmla sorununu “kitabına” uydursanız metniniz metin olmaktan çıkıyor. Olayı aktarmakla yetinmeye kalksanız bu kez imlanız yüzünden öykünüz okunmaz hale gelebiliyor. İlk adım olarak halledilmesi gereken konu, bu. Zira yazının malzemesi dildir. Kil yerine yoldaki çamurla heykel yapmaya kalkışılmaz. İnsan, uğraştığı sanatın malzemesine hâkim olmalıdır, Nietzsche’nin dediği gibi.
0 yorum:
Yorum Gönder