1950 kuşağının öykücülüğümüzde yarattığı sıçrama genellikle iki nokta üzerinden değerlendirilir. İlki bireyin iç dünyasının öykünün odağına alınmasıdır. Uzunca bir süre “bireycilik” olarak değerlendirilen bu yaklaşımın aslında “bireysellik” anlamına geldiği, bireyin iç sıkıntılarını anlatan edebi yapıtların aynı zamanda toplumsal yapının iç dünyalarımızda yarattığı sarsıntı ve tahribatın bir ifadesi olabileceği zamanla anlaşılmıştır. 50 kuşağının öykülerindeki anlatım ve biçim arayışları da öykücülüğümüzde bir başka sıçramaya vesile olmuştur. Faruk Duman’ın BirGün Kitap’ın bu sayısında yer alan yazısında klasik öyküyü tanımlarken kullandığı “sıralı anlatım biçimi,” 50 kuşağını önceleyen, Sait Faik ve Vüs’at O. Bener gibi öykücülerin yapıtlarında iyiden iyiye terk edilmişse de, bu kuşakla birlikte bu eğilim ayrıksı bir tutum olmaktan çıkmıştır. Bu kuşaktan kimi öykücü kesik kesik ya da ani sıçramalarla, zihnin akışını andıran bir dağınıklıkla ilerleyen, kimi ise anlatıcının gördükleriyle yetinen bir sınırlılık içinde kalarak klasik öykü anlayışının hayli dışında öyküler yazdılar. Belki ilk anda neler olup bittiğini anlamakta zorlandığımız, ama bu sorunun peşinden giderken, hem edebiyatın ve dilin imkânlarını, hem de dış dünyanın tuhaflıklarıyla insanın karmaşık ruh hallerini sarsıcı biçimde fark ettiğimiz öykülerdi bunlar. Bu yaklaşımın verili sorulara yanıtlar aramak yerine yeni sorular sormayı önemsediği de eklenmeli elbette.
Aradan 50-60 yıl geçtikten sonra genç öykücülere ustaları sorulduğunda bu kuşaktan öykücülerin anılması boşuna değil. 2000’lerde yazılan öykülere genel hatlarıyla baktığımızda, 50 kuşağının getirdiklerinin bugün öykünün olmazsa olmazları olarak benimsendiğini söyleyebiliriz. Öte yandan 2000’lerde yazmaya başlayan ya da yazmayı sürdüren öykücüler, kuşkusuz, aradan geçen bu elli yıl içerisinde yazılmış sonraki kuşakların öykülerinden de birçok şeyi heybelerinde taşıyorlar. Mesela, çok kez öyküyü (ve edebiyatı) daraltmakla suçlanan 70’lerin toplumcu öykü anlayışından bazı izleri seçebilmek de mümkün günümüz öykücülüğünde. Bireyleri baskı altına almaya kalkışan çok farklı, irili ufaklı iktidarlara kafa tutmaktan sakınmayan, bu iktidar odaklarını görünür kılıp sorgulayan, bireye dünyayı dar eden bin bir türlü toplumsal ve siyasal baskıyı göz ardı etmeyen bir bakıştan söz edebiliriz. Bunda 1980 sonrasında toplumculuğun aldığı yeni halin etkisi büyük. Günümüzde toplumculuk, toplumsal yapıdaki baskı mekanizmalarının ne kadar derinlere nüfuz ettiğini hesaba katan, sınıf çelişkisinin yanında, sınıfları yatay olarak kesen toplumsal cinsiyet, kimlik, çevre sorunu gibi başka çelişkileri de önemseyen, bunların sınıf çelişkisine nasıl eklemlendiğini araştıran bir ufukla bakıyor hayata. Bütün bu çelişkilerin bireylerin hayatlarını nasıl harap ettiğini öykücüler de sıklıkla ele alıyorlar. İç dünyalardaki karmaşanın bu gibi çelişkilerin ve baskı mekanizmalarının da sonucu olduğu ihtimali üzerinde duran, “iç” ile “dış” arasındaki bağı ve gelgiti sorgulayan bir bakışla yazılmış öyküler dikkat çekiyor. Aynı biçimde, 60’lı yıllardan itibaren kadın öykücülerin, ülkede henüz toplumsal cinsiyet rolleri üzerinde akademik ve siyasi bir bakış oluşmamışken kaleme aldıkları, toplumsal cinsiyeti kadınların dünyaları üzerinden tartışan öykü anlayışlarının da bugünkü kuşaklar üzerinde önemli bir etkisi olduğunu saptamak mümkün.
Öykünün silkinip kendini gösterdiği bir dönem olarak anılan 90’lardaki gelişmenin farklı dinamikleri vardı. Bunların başında öykünün edebi bir tür olarak sunduğu imkânlar geliyordu. Öykü her zaman yeni biçimlere evrilmeye, tanımları ve sınırları aşmaya müsait bir yapı sunmuştur. “Yeni” bir şeyler söyleme arzusu “yeni” biçim arayışlarını da zorunlu kıldığında, “yeni”nin edebi gelenek içerisindeki arkeolojik kazısını yapmak ya da “yeni”yi kurgulamak için öykü öbür edebi türlere göre daha uygun bir zemin sunmuştur her zaman. Bu süreçte “yeni”nin fetiş haline geldiğine de tanık olduk elbette, ama bunlar da öykünün sınır tanımazlığını, sınırlar aşmaya yatkınlığını gözler önüne seren çalışmalardı.
90’larda öykücülerin doğrudan yazma uğraşını konu edinen öykülere düşkünlükleri de dikkat çekmişti. Bu seçimi öykücülerin kendi dünyalarına kapanmaları olarak değerlendirmek mümkün, ama bunu aşan başka bir durum da söz konusu olabilir. Böylesi öykülerde rastladığımız metinlerarası akrabalıklar kurma ve dili sorgulama eğilimlerinin, öyküde arayışın ya da “yeni”nin peşinden gitmenin yanı sıra, başka bir sorgulamayı da içerdiğini düşünmek mümkün. Toplumun ve insan hayatının, anlatılır ve ifade edilirken birer “metin” haline geldiğini hatırlatan, daha ileri gidersek, dilin bunların salt ifadesi değil, aynı zamanda kurucusu olduğunu göz ardı etmeyen bir bakışla yazılmış öykülerdi bunların bir bölümü.
Öykünün 90’larda göz önünde olmasını sağlayan bir başka etmen de, BirGün Kitap’ın bu sayısındaki yazarların değindikleri gibi, öykü dergilerinin yayımlanması ve öykü etkinlikleriydi. Bunların yanı sıra yayıncılık sektöründeki gelişme ve büyüme de önceki yıllara göre daha çok öykü kitabı yayımlanmasına imkân sağladı o yıllarda. Bu dönemde yayıncıların unutulmaya yüz tutmuş öykücülerin yapıtlarının yeni baskılarını yapmasını da öykü konusundaki olumluluklara ekleyebiliriz. Ne var ki 2001 krizinin ardından yayınevleri öykü kitabı yayımlamak konusundaki ataklıklarını yitirdiler. Romandaki yükselişin etkisinden de söz edilebilir elbette yayıncıların bu seçiminde.
Kaba hatlarıyla özetlemeye çalıştığım öykü geleneğinin içerdiği çeşitlilik ve zenginliğin, 2000’lerin öykücüleri için de geçerli olduğu, farklı öykü tarzlarının tevarüs edilerek sürdürüldüğü görülüyor – elbette bir geleneğin sürdürücüsü olarak kalmadıkları, farklı öykü tarzlarını buluşturmaya çalıştıkları ve/veya yeni arayışlarla kendilerine özgü bir öykü dünyası kurmayı amaçladıkları da eklenmeli. Günümüz öykücülüğünü bir ya da birkaç başlık altında toplamak kolay değil. Yazılan öykülerin çeşitliliği topyekûn değerlendirmeler yapmayı imkânsızlaştırıyor. Bu konuda söylenebilecek belki de tek söz, bu çeşitlilik içerisinde, hangi tarzda yazılıyor olursa olsun, öyküde bir nitelik artışı olduğu.
Bu çeşitliliğe rağmen ortak bazı eğilimler vurgulanabilir; ancak bu eğilimlerin öykücülerin tamamını içermediği ve bunların öykücüleri bir ekol ya da akım altında toparlamaya imkân tanımadığı da vurgulanmalı. Bunun nedeni, böyle bir edebi akım yaratmak ya da sürdürücüsü olmanın günümüz öykücüleri tarafından önemsenmiyor olması – başka edebi türlerde de eski havası yok akımların, ekollerin, bu salt öykücülere has bir durum değil. Kendi öykü tarzını belirlemek ve bunu belirledikten sonra da kendini tekrardan kaçınarak çeşitlendirmeye çalışmak, birlikte tutum almaya yeğleniyor olsa gerek.
Nasıl öyküler yazacakları konusundaki seçimlerin rastgele yapılmadığı, konu, kurgu, dil ve anlatım üzerinde dikkatle düşünülerek yazılmış öykülerden oluşan, bütünlüklü öykü kitaplarının çokluğundan da anlaşılıyor. Öteden beri öykünün yükseldiği, geliştiği yer dergilerdir (bugün buna öykü siteleri/blogları da eklenmiş durumda), ama son yıllarda yayımlanan öykü kitaplarının bir bölümü öykücülerin bir kitap hazırlamak düşüncesiyle öyküler yazdıklarını hissettiriyor. Bu, kuşkusuz, arayışlarının herhangi bir uğrağındaki öykücünün yazdığı öykülerin kendi içinde bir bütünlük göstermesinin de bir sonucu. Böyle bile olsa, bütünlük arayış ve çabasının öykücülerin yazdıkları üzerinde düşündüklerinin, yazdıklarını ileri götürme arzusu duyduklarının bir göstergesi olarak saptanabilir.
Öte yandan, çok farklı tarzlarda öyküler kaleme alıyor olsalar da, günümüz öykücülerinin yazdıkları öykülerin birer “metin” olduğunu gözden uzak tutmadıklarını söylemek mümkün. Bununla birlikte genç yazarların kendi aralarında ayrıştıkları noktalar da var elbette. Kimi öykücü hayli oyuncul öyküler yazıyorlar ve metinler arası göndermeleri hayat-metin ilişkisinin önüne alabiliyorlar. Bir yanıyla postmodern bir eğilim olmakla birlikte, hayatın da bir metin olabileceğini her an akılda tutan, zihin açıcı, yerleşik değer ve yaklaşımları alt üst etmeyi amaçlayan öyküler kaleme alıyorlar. İkinci bir gruptaki öykücüler ise metnin dilsel yanını öne çıkartıyorlar, ne anlattıklarından çok nasıl anlattıklarını önemsedikleri anlaşılıyor. Farklı dilsel yapıları eserleri içerisinde kullanmaktan çekinmiyorlar ya da sözcüklerin ses benzerlikleri öykünün odağında olabiliyor. Dil işçiliğinin, söyleyişin, sesin öne çıktığı, edebiyatta dil zevkini önemseyen, dar bir okur topluluğuna hitap etmekten çekinmedikleri anlaşılan metinler kaleme alıyorlar. Üçüncü bir gruptakilerin yazdıkları öykülerden yazdıklarıyla hayat arasında bir bağ bulunduğu, onları yazmaya itenin esas olarak hayatla ilgili dertleri olduğu seziliyor. Bu yazarların eserlerinde metnin dünyası ile yaşadığımız dünya aynı gibidir. Ama altını çizmek lazım: “gibidir.” Okurken anlatılanlara kapılıp gitsek de, özdeşlik kurmamıza bu öykücüler de müsaade etmiyorlar. Yeğledikleri aşırı yalın anlatımlarla ya da eksiltmeli bir kurguyu yeğleyip anlatılanların dışında anlatmadıklarını da sezdiren, duyuran yaklaşımlarıyla bu tarzda öyküler kaleme alan öykücüler de edebiyatla hayat arasında doğrudan bir yansıtma ilişkisi kurmuyorlar.
Ana akımın dışına çıkmaktan çekinmeyen, hatta bunu yeğleyen bir eğilim de dikkat çekiyor. 2000’lerde yazan öykücülerin bir bölümü, polisiye, korku, mizah, bilimkurgu gibi daha aşağı kabul edilen edebi türlerde öyküler yazmaktan çekinmiyorlar. Genç öykücülerin bu türlerde nitelikli ürünler vermeye başlamalarının ardından aşağı edebiyat-yüksek edebiyat ayırımı da giderek ortadan kalkmaya başladı. İyi edebiyat-kötü edebiyat ayrımının, tür ya da akım eksenli ayrımların önüne geçtiği söylenebilir.
Sıradan ve olağan olandan çok olağanüstü bir şeyler anlatma arzusunun da öne çıktığı görülüyor. Gizem, tarih, olağanüstü olaylar gibi konulara artan bir ilgi var. Bu eğilim öyküleme tarzında da yeni arayışlara neden oluyor, masalsı ya da destansı bir dille kaleme alınmış öyküleri daha sık okuyor olmamızın bir nedeni de bu. Masalsı dil, öykü geleneğimizin en eski formu; halk hikâyelerinden bu yana öykücülere cazip gelmiş bir üslup imkânı. Farklı öykü anlayışları ya da dünya görüşleri olan öykücüler “yeni” arayışlarında bu imkândan yararlanıyorlar.
2000’lerin öykücülerini, öykü üzerine düşünen, öykü geleneğini ve bu geleneğin önemli yazarlarını okuyup tartışırken öykü sanatına yeni imkânlar bulma, ekleme arayışlarını sürdüren bir kuşak olarak değerlendirmek mümkün. Bunu salt öykücülerin bireysel seçimleri olarak görmek doğru olmaz. Öykü dergi, fanzin ve blogları, öykü etkinlikleri, öykücü buluşmaları gibi ilgilisi giderek artan, öykü üzerine düşünüp tartışmayı özendiren bir “öykü ortamı” var günümüzün. Bu ortam öykünün sadece gündemde kalmasını değil, öykünün tartışılmasını da sağlıyor. Yayın dünyasının bir parça dışında duran, belki de bu sayede özgünlüğünü koruyan bu ortamın öykü için en büyük kazancı ise genç ve yeni öykücülerin seslerini duyurmaya imkân tanıyor olması.
0 yorum:
Yorum Gönder