Türkiye’de fantastik edebiyat oldukça kısa bir süredir var. Gelişiminin daha dün başladığını ve Ömer Türkeş’in dediği gibi, bu türün ilerlemesine çoğunlukla 70’li hatta 80’li yıllarda doğmuş olan genç kuşağın öncülük ettiğini söyleyebiliriz.
Türün Türkiye’de önceki kuşakların ürettiği örnekleri elbette vardı. İyice eskilere gidersek Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Peyami Sefa’nın dahi bazı eserlerinde fantastik öğeler bulabiliriz. Bu yazarlar kurmacanın dünyasının derinlerine girmişlerdi. Ruhgöçüyle çağlar ötesine taşınan ölümsüz aşkları, vampirleri ve yaşayan ölüleri hayal etmişlerdi. Ama bu öğeler hiçbir zaman Türkçe edebiyatta kabul görüp yadırganmayacak kadar yaygın edebi metaforlar durumuna gelemedi.
Hep sözü edilen Kafka’nın Dönüşüm’ü, Borges ve Poe gibi yazarların eserleri (bunların yanında tabii ki bilimkurgu) çevrildikçe anaakım edebiyatın biçeminin tam ortasında, çok yaygın olmamakla birlikte, önce Orhan Duru, sonra Nazlı Eray’ın öncülüğünü yaptığı bir tavır oluştu. Hayalgücüne dayalı, bilimkurgusal elementleri ve büyülü gerçekçilik dilini yadırgamadan kullanan önemli metinler edebiyat tarihimizde yerini almış oldu.
Ama yurtdışında bu türler Kafka’nın, Borges’in fantastik ögeleri kullanışı kadar kısıtlı değildir. Hem Batı hem de Uzak Doğu kendi halk masallarını çoktan modern sanata kazandırmıştı. Resim, heykel, müzik ve tabii ki edebiyat alanlarında modern ya da yeni bir mitoloji oluşmuştu. Avrupalı heykeltıraşların mitoloji konulu eserleri, Ariosto’nun Orlando’su gibi tiyatrodaki etkilerden başlayarak Rönesans’tan, Barok’a ve Gotik edebiyatın yükselişine kadar modern fantazyaya temel olacak birikim ortaya konuyordu. Bu birikim mesela Brüegel eserlerinden, Wagner’in operalarına kadar, Gotik edebiyatın grotesk metaforlarında ve erken fantazyanın metinlerinde yükseliyordu.
İngiltere’de önce R. Haggard, E. R. Eddison, MacDonald, William Morris’le güçlü şekilde başlayan sonra Levis ve Tolkien’le zirveye çıkan, Almanya’da Michael Ende ve Amerika’da tabii ki E. R. Burroughs, H. P. Lovecraft, R. E. Howard ve sonrasında da önce bilimkurgunun sonra da “kılıç ve büyü”nün devleriyle yükselen modern fantazya en güçlü örneklerini hala vermeye devam etmektedir. Klasikleşen ödüller hala faal durumdadır.
Fantastiğin ülkemizde gelişimi, itiraf edilmelidir ki bu dizge Türkçeye çevrilmeye başlandıktan sonra yetişen ve bu çevirileri destekleyen, diğer sanat dallarından da etkilenerek büyüyen kuşağın dıştan gelen güdülenmesiyle başlamıştır. Ama bu etki güçlü bir şekilde bizim kıyılarımıza vurana kadar acaba neden Türkçe edebiyat kendi Fantazya türünü geliştirememiştir sorusu sıklıkla sorulur. Hatta sorunun tam metni şu şekildedir: “Bizim de masallarımız, folklorumuz, destanlarımız, kahramanlarımız çok zengin, neden bizde Fantastik yok?”
Bu soru genç fantazya edebiyatımızın hali hazırda verilmiş eserlerinde de ciddi bir tavır ayrışmasına sebep olan sorudur: “Neden elfler, şövalyeler yerine bizim olan ögeleri kullanmıyoruz?”
Ben bunun çok doğru bir soru olup olmadığından ya da tek sorunun bu olduğundan emin değilim. İşin doğrusu ülkemizde edebiyatın bu sözü edilen dillerdeki kadar gelişmemiş olması, güçlü alt türlerin yeşermesinin önünde ciddi bir engel. Bir diğer engel; ki bu kurmacanın gelişmemesiyle doğrudan bağlantılı olan, kurguyla gerçeğin sınırlarının muğlak olmasıdır. Soyutlamanın, metaforların, simgelerin yeterince iyi anlaşılamaması bu türlerin doğru tanınmasını ciddi anlamda zorlaştıran bir gerçek. Edebiyattan alınan zevki düşüren şey metaforların ve soyutlamaların derinlikleriyle sevilmemesi ve/veya içselleştirilememesidir. Kurmaca, günümüze kadar gelen bir gelenekçilik ve önyargıyla karşılanmakta. Özellikle filmlerin, dizilerin bugün hala kurmacadan zevk almak için izlenmemesi, gerçekliklerinin sorgulanması, gerçeğin ne olduğu üzerine kişisel kanaatlerin, kurgu zevkinin çok önüne geçmesi ciddi bir zorluktur.
Romanın da nispeten benzer önyargılarla karşılandığını görüyoruz. Metin analizlerinin ciddi anlamda gündelik siyasi, gelenekçi, cinsiyetçi ve benzeri kaygıların ötesine çok fazla geçememesi bu sorunu derinleştiren bir olguyken okurun, izleyicinin, yani sanatın hedef kitlesinin de bunlardan muaf olmasını beklemek haksızlıktır. Böyle düşünen üreticinin, sanat anlayışını bu gerçeklere göre örmesi edebiyatın türleşmesinin önünde bir engel. Bu bakış açısıyla yetişen anaakım sanatçılarda özellikle hayalgücüne karşı bir önyargı oluşması ve bunun yerleşip kökleşmesi olağan sayılmalıdır.
Masallar, mitoloji, tarih, kahramanlar ve folklor anlamında zengin olduğu düşünülen ülkemizde aslında “bizim” olanın ne olduğu da biraz muğlaktır. Bu kadar çok kültür kesintisinin yaşandığı bir coğrafyada bu durum, hem bir zenginlik hem de bir dezavantaj gibidir. Sadece kaba örnekler vermek gerekirse; Cevat Şakir’ce bir duruşla bizim olan Anadolu mudur, yoksa kimine göre sadece Osmanlı ve/veya Türk-İslam olanlar mıdır? Oraya bakacaksak kahramanlar padişahlar mıdır, yoksa Köroğlu gibileri mi? İran folklorundan gelen masallar bizim midir? Yoksa bir sanatçı önce kendi şehrinden mi ilham almalıdır? Ya da Mısır’dan Mezoamerika’ya, Bizans’tan Uzak Doğu’ya, İskandinavya’ya kadar insana ait olan her şey “bizim”dir mi demek gerekir?
Modern ve genç fantazyamızda bu soruya her türlü cevap vermiş eserlerin olması aslında mutluluk verici bir gerçek. Şunun da altını çizmek gerekir ki Yüksek Fantazya denilen “Tolkienesk” türlerin en önemli çekiciliği yazarın küçük çapta bir Rönesans yaparak geleneğin, tarihin, inançların içinden bir arkeolog gibi ya da bir mühendis gibi çalışıp küçük parçaları bir araya getirerek bir dünya yaratmasıdır. İşte o dünyayı, dilini, karakterlerini ve imgelerini hatta kendi metaforlarını yaratırken elindeki malzemeyi ölçmesi, tartmasıdır.
Bunu ilk yapan yazarımız Barış Müstecaplıoğlu olarak kabul edilir. Ona da benzeri eleştiriler yapıldı. Ondan hemen önce Sadık Yemni, eserlerinde sıkça daha “yerli” temalara yer veren fantazya örnekleri vererek aslında İhsan Oktay Anar’la birlikte bu genç türün öncülerinden kabul edilebilir.
Sezgin Kaymaz, Altay Öktem, Hakan Bıçakçı, Dost Körpe, Doğu Yücel, Levent Şenyürek’e kadar gelen bu türleşmenin zengin ve bol tartışmalı bir şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Erbuğ Kaya, Gülşah Elikbank, B. Müstecaplıoğlu, Özgür Özol gibi kendi dünyasını yaratan yazarların yanında Onat Bahadır, Murat Başekim gibi korkunun sınırlarında dolaşan örnekleriyle de zengin bir çeşitlilik doğmaktadır.
Dünyada yükselişini hızlandırarak sürdüren bu türler ülkemizde de artık kendine bir yer bulacak gibidir. Ülkemizde ve dünyada yaşanan siyasi değişimlerin, sanatta yansımalarını bulmaması neredeyse imkansız gibidir. Özellikle de hayalgücünün metaforlarının bundan sonra nasıl algılanıp nasıl okumalara maruz kalacağını hep birlikte göreceğiz.
0 yorum:
Yorum Gönder