Cumhuriyet sonrası öykücülüğümüzün yelpazesini genişleterek büyümesi 1980 yılına kadar düzgün doğrusal bir çizgide olurken, 80 sonrasından günümüze durgunluklar ve niteliksel sıçramalarla inişli-çıkışlı bir yol izlemeye başlamıştır. Bu dalgalanmalar biraz da, öykünün roman gibi popülizme kapılarını açmayıp bu alanın tamamen dışında kalmasından kaynaklanır. Sanatın değişik alanlarda ünlenmiş birçok kişi bir de roman yazmaya kalkışırken genellikle öyküden uzak durmuşlardır. Çünkü öykü ile moda konulara yoğunlaşamayacaklarını ve gündeme gelemeyeceklerini bilirler. Okurunu belirleyen değil, seçen bir türdür öykü. Süslü, gösterişli ama içi boş, gelip geçici moda akımlarla işi olamaz. Frank O’Connor: “Romanla karşılaştırıldığında tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır kısa öykü; insanoğlunun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır. Roman sanatının gereklerini yerine getirip tiplerle, güncel sorunlarla ilgilenmez. Yaşamın derin ortak çıkarlarıyla ilgilenir,” der.
80’li yılların başından 90’ların ortalarına kadarki dönemde kendi yatağına çekilip gündemden düşmüştü öykü. Bir gerileme değildi o suskunluk. 1995-2005 arasında yaşanan öykü coşkusu (bazı romancı ve şairlerin de öyküler kaleme aldığı bir süreçti bu) on beş yıllık bir hazırlık döneminin ardından gelmişti. İlk Ankara’da başlatılan “öykü günleri” kısa sürede başka illere de yayıldı. Adam Öykü, Düşler Öyküler, İmge Öyküler gibi dergilerin ortaya çıkması bir arz-talep sonucuydu. Öykü masaya yatırılıp coşkulu bir biçimde tartışılıp irdeleniyordu. Bu on yıllık dönemin ikinci yarısında ivme düşmeye başlamış, parlak çıkışlar yaparak edebiyat dünyamızın dikkatini çeken birçok genç öykücü romana yönelmiş, sessiz sedasız öykü bahçesinden çekilmişlerdi. Bu da yeni bir suskunluk döneminin başlangıcı olmuştu. Durağanlığı yaratan, genç öykücülerin çekilmesi değildi kuşkusuz. Önceki kuşağın yazarları da o dönemde yazıyorlardı. Benim için durağanlığın ölçütü, önceki kuşak yazarlara yeni katılımların olup olmadığı, öykücülüğümüzü bir adım daha ileri götürecek yeni solukların edebiyat dünyasına katılıp katılmadığıydı. Üç-dört yıl öncesine kadar öykü edebiyatımızda bir yorgunluk gözlüyordum. Aralarında pek ton farkı bulunmayan, aynı kalemden çıkmış izlenimi veren öyküler çoğalmaya başlamıştı. Okunarak edinilen birikim sağlanmadan, özensiz bir dille ve aceleyle yazılmış, birçoğu öyküleşememiş içsel metinler kişisel çabalarla kitaplaşma yolunu da buluyordu. Bir başka sorun da –ki bu gerçek yeteneklere bile zarar vermiştir- zoraki özgünlüktü. Isaac Singer bunu şöyle açıklıyor: “Başkalarına benzememek, kendine özgü olmak için biçem, biçim, kurgu ve söylem yönünden zorlanmadır. Çoğu kez, anlatım cafcaflı, tumturaklı, içi boş sözlerle doldurulur. Yani, sözü köpürtmektir, sıfatların albenisine, sözün şehvetine kapılmaktır, kendi sesine vurgun olmaktır.” Mehmet Fuat da Özgünlük Avı’nda (YKY 1996) “Saltık bir özgünlük yoktur. Ama belli bir çerçevede ‘özgün’ görünülebilir.” der (s.168) ve şu çok önemli saptamayı yapar: “Son yıllarda yeni yetişen yazarların değişik, aykırı, alışılmamış şeyler yazma özlemleri, özgün olmak için çırpınmaları, ille de patlama yaparak ortaya çıkmak istemeleri bence, büyük yanılgı. Sanatta köklü, sürekli başarılar, gerçek özgünlükler, sanatın gerekleri dışındaki kaygıları en aza indirmeden sağlanamaz kanısındayım.” Genç öykücülerin bir bölümünde de bu tehlikeli “özgünlük” arayışını görüyorum.
Son yıllarda öyküye ilginin gittikçe arttığını görüyorum. Bu, okumaktan çok yazmaya yönelik bir ilgi. Başta İstanbul ve Ankara’da olmak üzere çok sayıda yaratıcı yazarlık atölyeleri, öykü atölyeleri ve yazma seminerleri var. Bursa’da Nilüfer Belediyesi bünyesinde yıllardır sürdürülen bir öykü atölyesi olduğunu biliyorum. Aynı biçimde İzmir’i de sayabilirim. Dergilere, yarışmalara gönderilen, internet ortamındaki edebiyat sitelerinde yayımlanan, Can Yayınlarına gelen dosyalardan bu ilginin boyutlarını az çok kestirebiliyorum. Değişik kanallar aracılığıyla okurla buluşanların dışında henüz bu olanağı bulamamış binlerce öykü var. Bulunduğum seçici kurullardan, 7 yıldır um:ag’da sürdürdüğüm yazma seminerinden, üniversiteler ve liseler arası düzenlenen öykü yarışmalarından öykünün arka bahçesini, henüz gün yüzüne çıkmamış ürünleri ve güçlü kalemleri de tanıma olanağım oluyor. Bence öykücülüğümüzün geleceği de arka bahçelerde filizleniyor. Bu süreçte tanıdığım, o an için kendi gücünün farkında olmayan ama bugün edebiyat dünyasının dikkatini çekmiş, kabul görmüş, kendi yolunu açmış, ödüller almış birçok genç yazar var. Onların gücü de, iyi öykü yazabilmek için iyi bir öykü okuru olmak gerektiğini bilmelerinden geliyor. Ama ne yazık ki, yazıldığı oranda okunmuyor öykü. Her zaman roman okuru büyük farklarla önde olmuştur. Örneğin Sabahattin Ali öykücülüğü; öbürünü Sait Faik’in çizdiği iki ana damardan biridir. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanı aylardır en çok satanlar listesinde yerini korurken (bu çok sevindirici bir durum kuşkusuz) aynı yazarın öykü kitapları gündemde değildir. Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Memduh Şevket Esendal, Vüs’at O. Bener ve öykücülüğümüzün kilometre taşı birçok yazar bugün yeterince okunmuyorsa ilk kitabı yayımlanan genç öykücü nasıl bir beklenti içinde olabilir ki? Semih Gümüş de, Radikal Kitap’ın 10 Haziran 2011 tarihli “On Yılın Öyküsü” başlıklı yazısında haklı olarak şunu soruyor: “Bu arada özellikle yeni yazarları yeterince okumamak gibi önemli bir eksiğimiz olduğunu da belirtebilir miyiz?” Belirtebiliriz. Böyle bir eksiğimiz var çünkü. Seyrek de olsa, yazarların, edebiyatçıların bir araya geldiği ortamlara katılırım. Okuyup beğendiğim yeni bir yazardan söz ettiğimde boş boş bakan gözlerle karşılaştığım çok olmuştur.
Öykünün arka bahçesinin de arkasında bir bahçe var: Liseli gençler. Beş yıldır AB Liselerarası Öykü Yarışması’nın ulusal seçici kurulundayım. Ayrıca, bu yarışmaya katılabilecek illerde de “öykü semineri” başlığı altında buluşma, onları tanıma olanağı buluyorum. Öyküde yeni bir yükselme sürecine girdiğimizin muştusu bir de arka bahçenin arkasındaki bahçeden geldi. İçlerinde çok yetenekli öğrenciler var. Edebiyat dergilerinde kendilerine rahatlıkla yer açacak olgunlukta öyküler okudum.
Truman Capote lisede bir öykü yarışmasına katılır ve eyaletinde birinci olur. Kısa süre sonra da önemli bir yayınevinin yetkilisi kapısını çalıp kendisini kutlar ve bundan sonra yazacağı her şey için bir sözleşme yapmak istediğini söyler.
Arka bahçeler bu açıdan çok önemlidir, çünkü edebiyatımızın geleceği oralarda biçimlenir.
0 yorum:
Yorum Gönder