“Sen, kâğıdın sesine fütursuzca kulak kabartan okur… Bilmelisin ki bu satırların yazarı bir kadındır. Elinde tuttuğun sayfaya kalemin koyduğu işaretler, bir kadının avaz avaz bağıran avuçlarından kaynıyor. Okuyup yazmak sırrı şeyhlere aitken kaleme el sürdüğüm için suçluyum. Fakat ilk değil bu. Yıllardır, çocuklarımın uyuduğu odadan kaçıp ay ışığında masallar örüyorum. Çünkü doğduğum günden beri öykülerden masallardan başka bir şey yok aklımda. İnan bana, o kuytuya nasıl sızdıklarını bilmiyorum.” (Ayşegül Çelik, Kâğıt Gemiler, YKY, 2011. )
Öykü, sözcüklere taze bir soluk üfürerek gerçeği bozup yeniden kurmaksa, kalemin sesi, yazarı kendi yapan deneyimler toplamından hareketle işleyecektir orada. Bu ses kişisel ya da toplumsal tarihteki travmaları, içe hapsedilen çığlığı, kadınlık/erkeklik durumunu –ülkemizde kadınlık durumu çoğunluk travma sebebidir– ötekileştirilenin acısını ve daha onlarca şeyi birer birer ya da hep birlikte duyurabilir okuruna. Yazıya eğilenler, bu karmaşık dünyadan topladıklarına kendilerini ekleyerek ‘biricik’ metinlerini kurarlar. Peki, bu dünyada “…okuyup yazma sırrı şeyhlere aitken kaleme el sürenler” gecikmiş de olsa kalem ortaklığına soyunanlar, hangi sesleri duyurmakta kalemleriyle? İçine doğdukları kabuktan metinlerine neler sızmakta, bu zengin dünyada nasıl yer almakta, hangi konulara eğilmekte, dili nasıl kullanmaktalar? Yazma eyleminin cinsiyetler üstü işleyişini unutmadan, bugüne değin farklı yazılara konu edilmiş öykücü kadınlara, eşitsizliklerin sürgit tarihine not düşmek bilinciyle daha yakından bakmak, bu sınırlı alanda 2000’li yıllarda kalemleriyle ilgi çekmiş öykücü kadınlardan, onların öykü dünyasına katkılarından, geçmişten devraldıkları geleneği nasıl kuşandıklarından/kuşanmadıklarından söz etmek istiyorum.
Akıcı bir dil ve anlatımla, insanın mutsuzluğuna işaret eden Sibel K. Türker, “Atlasam mı, ölsem mi?” dedirttiği eğitimli, bunalmış kahramanına, “ne değişir hayat devam ediyor,” yanıtını verdirerek bireyin modern yaşam karşısında sıkışmışlığını, kaybolmuşluğunu hatırlattı. Ayrıntıların derine açılan kapılar olduğunu işaret eden incelikli gözlem gücüyle dikkat çekti. Aslı Tohumcu, saldırgan, karanlığı açık etme duygusuyla dolu öyküler kurdu. Okyanusun günışığı ulaşmayan en derin noktası anlamına gelen ilk kitabı Abis’te sahteliklerin gizlendiği yeri, yanımızda yöremizde salındığı halde görmezden gelinen karanlığı işaret etti. Ensest, şiddet, taciz ve eviçlerinin korkunç karabasanını kadından yana cesurca dillendirdi. 2012 yılında öğrencilerin okuma alışkanlığını artırmak için İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nce başlatılan ‘Yazarlar Okulda’ projesinde yer alan Abis, pornografiye varan yüz kızartıcı cümleler içerdiği gerekçesiyle tepki çekti. Ayşe Sarısayın, ayrıntıya dayanan incelikli, nahif anlatımla sıradan yaşamlara eğildi. “Eviçlerinde sağır duvarların arasında yaşanan hiçbir şeyin örtemediği sevgisizlikler”i erkek egemen bakışın çocuklara ve kadınlara dayattığı ‘kaderi’ incelikle açık eden ağırbaşlı bir hüzünle aktardığı hikâyelerini okura ustalıkla bulaştırdı. Ayşegül Çelik, akıcı bir dille kurduğu masalsı dünyayı bugünle harmanladı. Anlatım ve dil birliğiyle birbirine ulanan öykülerinde mitolojik, dinsel efsanelerden beslenen atmosfer eşliğinde çocuk yaşta gelin olanları, cinayete berdel edilen kadınları başkahramanı kıldı. Kimi öyküleri zayıf olanın resmedilmesiyle kalmayıp (Kâğıt Gemiler) hayatı kendisinden sökülüp alınana bir çıkışı işaret eden sonlara bağlandı. Menekşe Toprak, kendisi de göçmen bir ailenin çocuğu olduğundan kitaplarında göç olgusuna sıkça yer verdi. Göçmen kılınanın/ardında kalanın eksilten, yaralayan, özlem dolu içe kapanmalarını dillendirdi “... Dedesi o gün, arkasından incecik, beyaz bir çizgi bırakarak yol alan gökyüzündeki bir uçağın sesini duyduğunda, bak kızım bak, annenle baban tayyarenin içindeler şimdi, Almanya’ya gidiyorlar, diyor buruk, sevecen bir sesle…” Yalnızlığı, kimlik ve cinsellik konularını kadın bedeninden özgürce söz ederek öykülerine taşıdı. Birgül Oğuz, ilk kitabı Fasulyenin Bildiği’nde yalın fakat derinlikli anlatımıyla ilgi çekti. Beş yıl sonra yayımladığı ikinci kitabı Hah’ta kurduğu ardıl öykülerle, yenilikçi bir edebiyat anlayışı kuşandı. Ritmik, ayrıksı dil, gerçeküstü öğelerle desteklenen kesintili anlatım bütünlüklü bir öykü dünyasının habercisiydi. Seray Şahiner, bugüne değin öykülere konu edilmemiş kadın dünyasına ait mekânları metinlerine taşıdı. Mizahi, sıcak anlatımıyla canlı karakterler oluşturdu. Sokağı, sokağın dilini ustaca gözlemlerle aktardı. Kitap adları bile kadın dünyasını işaret ediyordu. Feryal Tilmaç, kimi politik olaylara göndermeler yapan, grotesk öğeler taşıyan, biçim ve dil arayışı içindeki metinlerinde, yoksunluk ve kırgınlıklara, çoğunluk, kadın dünyasından baktı. Yazma edimi merak konusu, yakından bakılması gerekendi onun kaleminde, baktı da: “…Hikâye yanı başındaki karanlıkta kımıldanıyor. Gün geçtikçe semiriyor. Onu cümle cümle bu yana çekeceksin. Bir taşı fazlalıklarından kurtarıp heykeli ortaya çıkarmaktan ne farkı var?” Hatice Meryem, kadınlık durumunu cesur, mizahi bir anlatımla öykülerine taşıdı. Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun, adlı kitabında kocalarının ruh durumuna, mesleklerine, genç ya da yaşlılıklarına göre kadınlara çizilen yaşamları yeni, gerçekçi ve eğlenceli bir bakışla aktardı. “Ben bir tornacının karısı olsaydım eğer… Yatak yorgan demir kokardı, soğuk soğuk. Evliliğimizin ilk yıllarında bir türlü alışamazdım bu cevhere… Ben bir cücenin karısı olsaydım eğer… Ona vurgun olurdum muhakkak… Ben bir imamın karısı olsaydım…” diye başlayan öyküler kurdu. Şule Gürbüz, kendi içine çoğalan bir anlatım ve etkili bir dille insana, zamana bir duygunun izinden yürüyerek farklı bir pencereden baktı. Pelin Buzluk, Deli Bal adlı kitabında çizgidışı insanların karanlığını sarsıcı, cesur kurgularla işlerken, ikinci kitabı Kanatları Ölü Açıklığında’da söylencelere yaslanan, atmosferi güçlü öyküler kurdu. Berna Durmaz, masalsı, akıcı anlatımıyla; Sine Ergün, kırılma anlarını, sarsıcı sonlara bağlayan kısacık öyküleriyle; Fadime Uslu, sinematografik anlatımıyla; Şule Öncü, egemen olana varoluşun reddedilemez çığlığıyla cesur, yeraltı edebiyatına selam verecek denli özgür öyküleriyle; Gamze Güller, özenli dili ve sıcak anlatımıyla dikkat çekti. Suzan Bilgen Özgün, Sofya Kurban, Dilek Emir, İrem Karabaş, Neslihan Önderoğlu, Hande Gündüz, Ayşe Başak Kaban ve Aysun Sezer daha ilk kitaplarıyla bu tarihe adları düşenlerdendi.
2000’li yıllarda ilk kitaplarını yayımlayarak bu dünyada var olan öykücü kadınlardan kimileri dil ve biçim arayışında cesur, kadın bedeni ve cinselliği konusunda oto sansürü kaldıran, özgür arayışlar içindeydiler. Doğal olarak konu seçimi, anlatım ve dil kullanımında, renkliliği çoğaltan farklılıklar görülse de bir sistem sorunu olarak kadınlık durumu hemen her öykücünün metnine az ya da çok sızmakta, ötekileştirilene ses olma çabası görülmektedir. Bu öykücüler, insanı/yaşamı anlatma uğraşını sürmekteyken, erkek egemen bakışın irili ufaklı ellerle üzerlerine doğrulttuğu silahla kimi zaman durdurulsalar da daha geniş bahçelere açılma, kendi olma çabaları, sözcüklerin yoldaşlığıyla, sürmektedir.
0 yorum:
Yorum Gönder