Ercan Kesal’ın bu kitabındaki öykülerin yarısından fazlasını Radikal Gazetesi’ndeki köşe yazılarından okumuştum. Kitap bu yazıların toplanmasından oluşuyor. Yazar yıllarca taşrada, kendisinin adlandırmasıyla “bozkır”da doktorluk yapmış. Öykülerin hemen hepsinin merkezinde bu var.
Kitaptaki öykülerde insanlık durumları vardır ve öykülerin içerdiği insanlık durumları gerçektir. Gerçeklikten kasıt, yaşamdaki olayları bire bir yansıtması, yaşamın olduğu gibi temsili değildir. Gerçi Peri Gazozu kitabı hemen tamamen otobiyografiktir, yazarın yaşadıklarından alınmıştır ancak bunun bence hiçbir önemi yoktur. Bu öyküleri “güzel” kılan yaşanmış olmaları değildir, bir olayın “yaşanmış” olması, onun edebi olarak değerli olmasına yetmez. Sahiden yaşanmış bir olay, edebiyatta ele alındığında gerçekliğini yitirebilir. Bu tamamen nasıl ele alındığına bağlıdır. Don Kişot gerçektir, Raskolnikof gerçektir; gerçekten yaşamışlar mıdır? Bize ne… Ne fark eder?
Bu öyküleri “güzel” kılan en önemli unsuru yazar en başta kendisi ifade etmiş. Kitap Bergman’dan bellekle ilgili bir alıntıyla başlıyor. Yazarın öyküleri tam da alıntı yaptığı o paragrafla uyum içinde. Öykülerin çoğu birbirleriyle bir nesne, bir çağrışım ya da bir cümleyle bağlanan iki ya da üç parçadan oluşuyor. Hatta bu Ercan Kesal’ın öykülerinde neredeyse bir kural gibi. “Ne alakası var baba”, “yorgan”, “ceket çıktığında”, “korkma bırak ellerini”, “kestaneden duduk olur mu?” bu parçalı öykülerin tipik birer örneği.
Yazar bir nesne, bir cümle ya da bir imgeden yola çıkıp bellekte sıçramalar yapıyor. Çocukken yaşanan bir sahneyle doktorken yaşanan bir sahne (korkma bırak ellerini), bozkırdaki bir kasabayla Erivan’daki bir pazar yeri (kestaneden duduk olur mu?) böylece birbirine bağlanıyor.
Bellek, bu öykülerin temel taşı: çünkü yazar “yazmadan” önce “hatırlıyor”.
Bu öyküler için anahtar sözcükler verseydim ilk iki sözcük kesinlikle “bellek” ve “çağrışım” olurdu. Tam karşılamamakla birlikte belki “nostalji” sözcüğünü de yedekte tutardım.
Bu sözcüklerle tanıtılan öykülerde hemen daima bir tehdit kenarda durmuştur. Kişisel bir gözlemim şudur ki böylesi öykülerdeki en büyük tuzak sıklıkla çiğ bir duygusallığa düşmeleridir. İnsanla ilişkilenmenin en kolay yolu duygulardır ve öyküye yüklenen duygu, “aşırı doz”da öykünün edebi niteliğine zarar verir. Bunun çokça örneği piyasada vardır. Bu kitaba başlarken doğrusu bu korkum vardı. Ancak bu öykülerde yazar asla böyle bir tuzağa düşmemiş: duygu olması gerektiği yerde, olması gerektiği kadar… (Olması gereken doz ne kadardır?) Bu öyküleri “güzel” yapan nedenlerden birisi de bu.
Yine anı-otobiyografi temelindeki öyküleri için ikinci bir tuzak, gerçekçilik diye yaşamı olduğu gibi yansıtması, “bunların hepsi gerçek” yargısının arkasına saklanarak bunu bir edebiyat başarısı olarak görmeleridir. Bu kitapta bunların hiçbirisi yok.
Yazar yine kitabın başında “okur hikayelerimi okumak yerine “seyretsin” istedim.” diye yazıyor. Yazarın aynı zamanda bir senarist olduğunu, sinemayla ilişkisini sonradan öğrendim, ancak hiç şaşırmadım. Çünkü bu öyküleri gerçekten de seyredilmesi için yazdığı belli. Bunu uzun betimlemeler, nesnelerin ayrıntılarını anlatarak yapmıyor: çağrışımlar yardımıyla değişik zamanlarda ve mekanlarda atmosfer yaratarak başarıyor. Bu öykülerin “güzel” olmasının nedenlerinden birisi de bu özgünlük.
Bütün teorik çözümlemeler bir yana, bir edebiyat eserini “güzel” kılan en önemli unsurlardan birisi okuru o temayla ilgili olarak derinleştirmesidir. Teması aşk olan bir kitabı okuduktan sonra aşka bakarken eskisine göre daha çok şey görmüyorsanız o kitabı niçin okudunuz? Batı cephesinde yeni birşey yok kitabını okuduktan sonra savaşa bakışınız hala romandan önceki gibiyse o kitabı okumasanız da olurdu. “”Kötü” edebiyat bu anlamda “lüzumsuz”dur. Derinleştirmeyen edebiyat sığlaştırır. Peri Gazozu kitabından sonra “bozkır”da daha çok şey görmeye başladım. Bu “güzel” edebiyatın bir başka niteliğidir.
0 yorum:
Yorum Gönder