Mark Neocleous, ilk kez 1996’da yayınlanan ve NotaBene Yayınları tarafından bu yıl Türkçeye çevrilen Sivil Toplumu Yönetmek adlı çalışmasında, siyaset kuramı için hala güncelliğini koruyan, kendi siyasal gerçekliğimizdeyse oldukça can alıcı bir yerde duran devlet ve sivil toplum ilişkisine odaklanıyor. Bunu yaparken Hegel’den Marx’a, Lenin’den Gramsci’ye ve nihayet Althusser’den Foucault’ya doğru uzunca bir hat çiziyor. Bu yolda ilk itirazını, devleti analizinin merkezinden çıkaran kuramsal yaklaşımlara yöneltiyor ve üretim ilişkilerinin oluşturulmasında ve yeniden üretiminde devletin varlığını merkeze oturtmayan bir devlet kuramının inşa edilemeyeceğini öne sürüyor. Tabii hemen devletin rolünü fazlasıyla abartan, sivil toplumu görmezden gelen bir rotanın da siyaset kuramına yolunu kaybettireceği uyarısında bulunuyor ki, Neocleous’un ikinci itirazı tam da bu hattı hedef alıyor. Neocleous’un son itirazı ise devlet-sivil toplum ayrımını daha baştan kenara iten Atlhusserci ve Foucaultcu persfektife yönelik. Bu üç itiraz doğrultusunda Neocleous, katkıda bulunma niyetinde olduğu “ortodoks olmayan” bir Marksist devlet kuramının Hegel’den ayrı düşünülemeyeceğini iddia ediyor. Hegelci devlet/sivil toplum kavrayışına çalışmasında geniş bir yer ayırması bundandır.
Hegel, sivil toplumu, aile ve devlet arasında duran üçüncü bir boyut olarak kuramlaştırırken, bu kavrama başvurmasındaki neden, “sosyoekonomik özgürlük, endüstriyel faaliyet ve mücadele” temelinde vücut bulan toplumsal ilişkiler alanını anlama çabasıydı. Bu alan modern dünyanın alametifarikası olarak anlaşılmayı beklemekteydi. Marx’a Hegel’den miras kalan, aile ve devlet arasındaki bu üçüncü boyuttu. Nitekim bütün kıyamet, “bir dizi birbirine kenetlenmiş mekanizma sayesinde yapısal olarak bütünleşmiş” bu iki unsurun, devletin ve sivil toplumun kesiştiği yerde kopmaktaydı. Sivil toplum, Hegel’e göre de “savurganlık” ve “yoksulluğun” aşırı uçlarını kapsamaktaydı; ancak ona göre bu durum değiştirilebilir değildi, bu nedenle Hegel’in devlet tahayyülü, sınıfsal bir çözümlemeye kapısını kapatmaktaydı. “İşçi sınıfının sivil toplumun ürünü olmasına, en çok sivil toplumun işleyişinden dolayı tehlikeye düşmesine ve sivil toplum açısından en büyük tehdidi bu sınıfın oluşturmasına rağmen, Hegel’in kuramsal şemasında bu sınıfa yer yok”tu.
Neocleous’a göre Marx’ın Hegel eleştirisinin merkezini, işçi sınıfının sivil toplumdaki bu yok-yeri oluşturmaktadır. Ne var ki, Marx da aynı yanılgının kurbanı olacaktır. Zira Marx’ta da işçi sınıfı, bir sınıf olduğu ölçüde sivil topluma ait değildir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin girişinde Marx şöyle diyecektir: “kurtuluşun olumlu olanağı nerede bulunur? Bizim yanıtımız şudur. ‘Sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir sınıfın oluşumunda’”. Ancak Marx’ın asıl katkısı, sivil toplum analizini siyasal iktisadın çerçevesinden geliştirmesindedir. O da Hegel gibi yoksulluğun sivil toplumla ilişkisini kabul etmektedir belki ama aynı zamanda siyasal iktisadın “içkin bir eleştirisiyle” onu alt etmeyi amaç edinmiştir. Marx’ın bu konum alışı, onun sivil toplumu ücretli emek ve özel mülkiyet ilişkisi üzerinden anlamasını sağlayacaktır. Marx’ın sivil toplum perspektifini derinleştiren tam olarak budur.
Sıra Lenin’e geldiğinde devlet/sivil toplum tartışması ciddi manada kan kaybeder. Lenin, Kautsky, Luxemburg ve Bernstein’la hiç değilse bir hususta, devlet iktidarından her söz edişlerinde, devlet ve sivil toplumdan çok, altyapı ve üstyapı ilişkisini düşünmede yan yana gelirler. Böylece “devlet sivil toplumla olan ilişkisinden büyük bir kuramsal kayıpla soyutlanır ve sonunda yönetime ilişkin her türlü değerlendirmeden uzaklaşarak Parlamento’ya indirgenir”. Lenin’in devlet iktidarına ilişkin kuramlaştırma teşebbüsünde iki zaafı vardır: Emperyalizm kategorisine olan bağlılığı ve işçi sınıfını sivil toplumun bir parçası olarak algılayamaması. Bunların toplam etkisi, devlet iktidarında yönetsel mekanizmaların peyda olmasında sınıf mücadelesinin oynadığı başrolün yok sayılması olacaktır.
Gramsci ise, sivil topluma itibarını yeniden kazandırır. Zira devlet iktidarını pekiştiren asli unsur olarak sivil toplumu adres gösterir. Öyle ki, Batının kendine özgü devlet/sivil toplum örgütlenmesi, yine kendine özgü bir ilişkiselliği ihtiva etmektedir; devlet krize girdiği anda, sivil toplumun sağlam yapısı kontrolü sağlayacaktır. Batıda devrimci teşebbüslerin başarıyla sonuçlanmasının temel nedenlerinden biri de sivil toplumun varlığı ve niteliğidir. Dolayısıyla devlet iktidarının analizinde sivil toplum, Gramsci’yle birlikte yeniden etrafından dolaşılamayacak bir unsur olarak işaretlenecektir. Beri yandan sivil toplum bileşenlerinin artan karmaşıklığı ve bu karmaşıklığın devlet iktidarını pekiştiren mahiyeti, devrime giden yolda askeri öncü savaşının birinci basamaktaki yerini uzun soluklu ideolojik ve kültürel bir mücadeleye bırakması demektir. Tabii Gramsci’nin sivil topluma biçtiği belirleyici rol, Neocleous’a göre arka planda devletin görece özerk sivil toplum alanlarına müdahalesiyle söz konusu olabilmektedir. Bu ise devlet ve sivil toplum ayrımının devlet lehine yeniden belirsizleşmesi tehlikesini doğuracaktır. Sivil toplumun devletle bütünleşmesi, “etrafı devlet tarafından kuşatılan sivil toplum ve devletin bir ve aynı olarak tanımlanması sonucuna götür”ecektir. Bu rota tutturulduğunda varılacak yer, tüm egemenlik formlarının devlet başlığı altında sınıflandırılmasıdır.
Gramsci’de belli belirsiz kendisini gösteren devlet/sivil toplum ayrımının yok sayılması riski, bir yönüyle Althusser’de diğer yönüyle de Foucault’da vücuda gelir. Atlhusser’le birlikte, “egemenlik kurumlarının farklı fonksiyonları arasında ayrım yapmanın olanaksızlaşması sonucunda tüm aygıtlar devlet aygıtı gibi kuramsallaştırıl”ırken Foucault, söz konusu ayrımın yanında devlet kavramını da lügatinden çıkardığından toplumsal alanı baştan aşağı kuşatan bir iktidar ilişkileri kavrayışına hapsolur. Haliyle devlet kavramını baş tacı eden Althusser’le hiçe sayan Foucault’nun, Hegel, Marx ve Gramsci’nin devleti ve sivil toplumu kendilerine özgü pozisyonlarından ve karmaşık birlikteliklerinden hareketle odağa aldıkları bir gelenekten kopma noktasında yolları kesişir. Her iki yol da siyaseti iflasa götürecektir. Neocleous’un bilhassa Althusser ve Foucault düşüncesine getirdiği radikal itirazlar, daha derinlemesine bir tartışmayı hak eder elbette. Gelgelelim yapıtının, bugünün siyasal sorunlarının büyük bir çoğunluğunun kümelendiği yere, devletin sivil toplumla ilişkilendiği toplumsal uzama odaklanmasından ve bu dikotomoyi yok sayan ya da kutuplarından birini diğeri içinde boğan bir perspektifin devlet iktidarına karşı yürütülecek mücadele imkanlarını perdeleyeceği yönündeki uyarısından güç aldığını da teslim etmek gerekir.
0 yorum:
Yorum Gönder