Paris Komünü’nden bugüne kentler, iktidarı hedefleyen, iktidar bloğu içerisinde çatlak yaratmak isteyen veya sisteme alternatif bir örgütlenme modeli deneyimleme arzusunda olan muhalif kesimler için özel bir öneme sahiptir. Kentler, imara açılmış yerler, parklar, yollar ve kanalizasyon sistemlerinden oluşan, üst üste bindirilmiş binaların kümelendiği alanlar değildir. Üretimin, tüketimin, bölüşümün ve dolaşımın, buna paralel, eşitliğin ve eşitsizliğin, rekabetin ve ortaklığın iç içe geçtiği yeniden-üretim mekânlarıdır. Daha doğrusu, kapitalist üretim ilişkilerinin ideolojik, ekonomik ve siyasal düzeylerde devamlılığı için gerekli canlı ve cansız varlıklara ev sahipliği yapan ünitelerdir. Bu perspektif doğrultusunda kentler, sınıf karşılaşmalarının ve çatışmalarının alanıdır ve kentlerin yönetilmesi işi, toplumsal sınıflar için öncelikli bir gündemdir. Bu da Marksizm içerisinde mekân-iktidar ilişkisinin özgül bir boyutunu oluşturur.
Çelişkilerin Sahası
Friedrich Engels “Konut Sorunu” eserinde Marksist kent biliminin yapıtaşlarını döşemiştir. Kırdan kentlere göç etmeye başlayan işçi ve ailelerden oluşan “artı nüfusun” konut kıtlığı ile paralel arttığını belirten Engels, varsılların ile yoksulların yaşam alanları arasında temas noktaları bulunmadığının üzerinde durur. 1800’lerin ortasında Londra, Paris, Liverpool ve Berlin gibi kentlerde eşzamanlı gözlenebilen bu süreç, gelir düzeyi yüksek sınıfların gözde mekânlar ve yapılar için yoksulların yaşam alanlarını tasfiye etmesini beraberinde getirmiştir. Çünkü kentler ticaret sermayesinin gelişimi için gerekli olan emek-gücünü, lojistik desteği ve pazarı, burjuvaziye doğrudan veya dolaylı sunar. Sermayenin kent ölçeği üzerinden büyümesi ve sermaye birikiminin hızlanması, şüphesiz, işçi sınıfının sömürülmesi ve mülksüzleştirilmesi anlamına gelir.
“Kapitalizmin mezar kazıcılarının” yığın olarak yaşadığı, sömürü ve mülksüzleşmeden kaynaklı devrim potansiyelinin kuvvetlendiği kentlerde, Henri Lefebvre’ye göre sermaye sınıfları bu “tehdit”i fark etmişlerdir. Emekçi sınıflar kentlerde öz-yönetim pratikleri oluşturmaya çalışırken sermaye de tahakküm kapasitesini kent üzerinden geliştirmiş ve genişletmiştir. Sermaye birikim süreçlerinin ve hegemonya projelerinin tatbik alanı olan kentler, sermayenin varlık sebeplerinin sürdürülebilirliği için garantör mekanlara dönüşmüştür. “Survival of Capitalism” eserinde Lefebvre, Marx’ın “Kapital”i yazdığı dönemden bugüne sermayenin mekânları denetleyerek ve kontrol ederek büyümesini gerçekleştirdiğinden bahseder. Mekân üzerinde kurulan hâkimiyet, mekânların metalaştırılmasının önünü açar. Metalaşan mekânlar, sınıflar için aynı zamanda davranış pratiklerinin üretildiği savaşların izlerini taşır. Bu nedenle üretim sürecinin karmaşıklaştığı, işbölümünün derinleştiği ve yaygınlaştığı kentlerde sınıf mücadelesi sürekli vardır ve cereyan eder. Çok bileşenli bu mücadele de Lefebvre’nin eksik noktası, hem ekonomik hem de siyasal düzeyde kentlerin ideolojik yeniden-üretimdeki yerinin kavranılmasında belirir.
Kent Hakkı
Manuel Castells “The Urban Question” eserinde ve Lefebvre eleştirilerinde bu boyutun üzerinde durur. Castells, Lefebvre’nin kent toplumunu sanayi toplumunun yerine ikame eden bir hattan ilerlediğini, üretim biçimini kent toplumuna endeksleyerek sınıfın nesnel konumunu dar bir ölçekten değerlendirdiğini söyler. Çünkü Lefebvre “gündelik hayatın eleştirisi” temasında “sınıfın öznelliğine” odaklanarak, buradan genel bir sınıf ilişkisi çıkarsaması yapar. Kent mücadeleleri, sınıf mücadelelerinin yerini tutmaya başlar. Castells’in bu gözlemine göre Lefebvre’nin tespitleri “proletarya veda etmenin” farklı bir sürümüdür. Burada Althusser’e yüzünü dönen Castells, kent mekânlarını “toplumsal yapının bir ifadesi” olarak, “ekonomik sistemin, siyasi sistemin ve ideolojik sistemin kombinasyonları” olarak benimser. Haliyle bu tip bir kombinasyon, kent mekânı içindeki mücadeleleri, çatışmaları ve toplumsal hareketleri yoğunlaştırır: Bu ilişkilerin karmaşık yapısından kaynaklı kentsel krizler, “üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin özel bir görünümüdür”.
Castells ve Lefebvre’nin görüş ayrılıklarına karşı mutabık kaldığı bir nokta vardır. Andy Merrifield’ın belirttiğine göre “belirli bir mekân teorisi yoktur” fikrinde iki isim benzer düşünmektedir: “Belirli bir mekânsal biçimin, mekânın ve onu diğerleriyle tarihi olarak verilen biçimler ve süreçlerle eklemlenmesinin özelliklerini izah edebilmek için bir toplumsal yapının teorisinin tanımlanması gereklidir”. Söz konusu toplumsal yapının teorisi, belirli bir siyaset biçimini ve pratiğini de içerir. Bu bağlamda, Lefebvre’nin geliştirdiği “kent hakkı”, “bir çığlık ve talep” gibi “dönüştürülmüş ve yenilenmiş kent hayatı hakkı”nı ifade eder. Lefebvre, Paris Komünü’ne geri dönerek Komün’ün hem ölçek itibariyle, hem de hizmetlerin organizasyonu açısından “devrimci kentçilik anlayışının” ilk örneği olduğunu, “kentlerin insanoğlunun gerçekliğinin bir ölçüsü ve normu olarak kendisini gerçekleştirmenin görkemli ve üstün çabası” olduğundan bahseder. Bu minvalde kent hakkı, belirli bir mekân üzerindeki emekçilerin ve halk kesimlerinin yönetim süreçlerine aktif ve dolaysız katılımını hazırlayan bir haktır. Hakkın içeriği iktisadi biçimde tanımlanacak olursa, David Harvey’in ifadesiyle, kentlerde ortaya çıkan “artı ürünün üretimi ve kullanılması üzerinde demokratik denetim” demektir. Bu hak, bireysel ya da sosyal hak kategorilerinden farklıdır çünkü yönetime talip ve ortak olma süreçlerini içermesinden ötürü kolektif hak kategorisine sokar. Kent ölçeğindeki tüm sınıflar yahut “kent sakinleri” bu kolektif hakkın öznesidir. Talepleri duyulmayan ve yönetim pratiklerine dolaysız katılım imkânı bulunmayan farklı toplumsal sınıflar, kent hakkı aracılığıyla kent üzerindeki iktidar mücadelesine davetlidir. Bu da görüleceği üzere kolektif hakkın öznesi olarak kolektif özneyi ve onun pratiklerini gündeme getirir.
Kolektif öznenin kentleri sahiplenmesini bir tür kendi kaderlerini tayin hakkı olarak da görebiliriz. Çünkü Harvey’in belirttiği gibi, sermaye güçleri ve müttefikleri birikim açısından kritik rol oynayan kentlerin yönetimi ve kentsel düzenlemeler için çok farklı araçları devreye sokar. Bunun sebebi, kentsel süreçler ve nüfusun tamamı üzerinde ideolojik, siyasi ve ekonomik hâkimiyet kurma ihtiyacıdır. Sömürü koşullarını arttıran ve kentsel dönüşüm süreçleri ile mülksüzleşenlerin sayısını çoğaltan sermayenin kent üzerinde kurduğu iktidar, ezen-ezilen ilişkisindeki konumları kalıcılaştırır. Buna karşı koymak, kent üzerinde dile getirilen bir iktidar perspektifi ile yola çıkmak, egemen sınıfların arzuladığı sınıf ilişkileri kompozisyonunu dağıtacağı gibi, yeni tip toplumsal üretim ilişkilerinin gerçekleşmesi için gerekli zemini sağlar.
*Kampfplatz Dergisi Yayın Kurulu
ASİ ŞEHİRLER: ŞEHİR HAKKINDAN KENTSEL DEVRİME DOĞRU, David Harvey, (Çev.) Ayşe Deniz Temiz, Metis, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder