Eğer Badioucu anlamda Gezi’yi bir olay olarak yani “herhangi bir durumun ‘normal düzeni’nden radikal bir kopuş, durumun kendini yeniden üreten düzenini, yani tekrarı kesintiye uğratan” ve en önemlisi “durumun içinden bakıldığında ‘imkansız olan’ı gerçekleştiren kurucu bir edimden çok, verili durumun başka türlü de olabileceğine dair yeni ihtimalleri mümkün kılan bir kırılma anı” (1) olarak kabul edersek ve bu olayın üzerine düşünmekten anladığımız şey, olayı felsefi olarak kavrama ya da çerçeveleme ve buradan hareketle zifiri karanlığın vaad ettiği şafak üzerine söz geliştirmeyse, felsefi etkinliğin yine Badiou’nun yaklaşımı doğrultusunda “felsefi-olmayan alanlara”, felsefenin koşulları olarak kabul edilebilecek bilim, siyaset, sanat ve aşka dayandığını da söyleyebiliriz. (2) daha da açık anlamı, Badiou’ya göre, “felsefenin felsefi olmayan buluşların sonrasında olay mahalline vardığı”dır. Kestirmeden, felsefe ancak cinayetten sonra oradadır: Katil ve maktul karşı karşıyayken, katil maktulü apaçık bir biçimde öldürme edimiyle meşgulken, yani ölme ve öldürme bütün buz gibi gerçekliğiyle gözlerimizin önündeyken felsefe orada yoktur. Kan sızar, beden soğur, katil gecenin karanlığında gözden kaybolur ve nihayet o karanlıkta felsefe belirir. Anlaşıldığı gibi, felsefenin eli de ayağı da ağırdır; her iki anlamda da. Eğer bunu gözden kaçırırsak, gün ortasında yaşanan, yaşanmakta olan, içinden hali hazırda geçmekte olduğumuz olay mahalline varan felsefeci, eğer kendisi cinayetten sonra olay yerine dönmekten kendini alamamış katil değilse, “açılın ben doktorum” diyerek vardığı yerden, bir karikatüristimizin (Suat Özkan, “Kırık Leblebi”, Leman, 2013/39, 25.09.2013) hoş bir ifadesiyle “açılın ben ilacım” diyene kendisini kovma ya da reddetme hakkını da tanıyordur. Çünkü henüz onun derdi olay değildir; kendi dertlerine olayı vesile kılmaktadır; olay için orada değil, yine Badioucu bağlamda, olaya sadakat için olayı elbisesinden soyundurmaya değil, kendisine sadakat adına olaya elbise giydirmeye oradadır.
Monokl yayınlarından, 2013 Ağustos ayında çıkan, dolayısıyla hazırlıklarının Temmuz ayı içinde, yani Gezi olayı daha yaşanırken tamamlandığını kabul edebileceğimiz, Direnişi Düşünmek 2013 Taksim Gezi Olayları adlı kitap tam da bu erken gelmeye kalkmanın ya da zaten hiç ayrılmamış olmanın bir örneği. Bu bakımdan da esasen Gezi olayı üstüne bir kitap olmaktan çok, Gezi’yi vesile kılarak kendi doktorluğunun altını çizmeye çalışan bir derleme. Kitabın “içindekiler”i bile ilk elde fikir veriyor. Kitap giriş bölümüyle birlikte, dört bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde (s.17-29) polisin başvurduğu şiddetin aşırılığıyla ilgili, bunun Türkiye’nin geleceği için iyi şeyler vaat etmediği fikrine dayalı ve buna karşı başta uluslararası kuruluşlar olmak üzere herkesi hükümetten hesap sormaya çağıran kısa bir imza kampanyası metni ve bu metnin çeşitli dillerdeki çevirileri ile metne imza koyan düşünürlerin listesi yer alıyor. Ayrıca yine aynı bölümde bu metne ilişkin destek sözleri ve metin bağlamında kaleme alınmış, Bernard Stiegler ve Jacob Rogozinski’nin kısacık mektupları var. Birinci bölüm (s. 33-159) kitabın ana gövdesini oluşturma iddiasında olsa da ana gövde aslında Soysal ve Çelebi imzalarıyla sınırlı. Bu bölümde Ahmet Sosyal imzalı bir, Volkan Çelebi imzalı dört, Gökbörü Sarp Tanyıldız, Işık Ergüden, Gizem Çıtak ve Gökhan Kodalak imzalı birer yazı ile Jean-Luc Nancy’nin bir sayfalık kısa bir seslenişi; Slavoj Zizek ile Alain Badou’nun kısacık birer Gezi değerlendirmesi yer alıyor. İkinci bölüm (s. 163-227) tümüyle Ahmet Soysal’a ayrılmış ve bu yazıların özel olarak Gezi direnişiyle ilgisi yok. En yenisi 28 Nisan 2013 tarihini taşıyor. (Diğerleri Aralık 2011, Ağustos 2008, 2003 tarihli.) Üçüncü bölüm de (s. 286-231) yine doğrudan Gezi süreciyle ilgisiz. Bu bölüm de yine Ahmet Soysal’ın 2011 tarihli bir yazısıyla açılıyor ve Badiou’nun 2011 Aralık ayında gerçekleştirilen bir sempozyumda sunduğu iki bildirisi, devamında aynı sempozyumda Badiou ile yapılan bir açık oturumun bant çözümü yer alıyor ve nihayet Volkan Çelebi’nin bir başka yazısıyla bölüm kapanıyor. Ancak kitap bitti derken, “çerçeve dışı” başlığıyla Ahmet Soysal’ın baskı sırasında unutulduğu için, bir yazısından önce yer alması gerektiği belirtilen altı sayfalık bir metnine yer veriliyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Bu bir Ahmet Soysal ve Volkan Çelebi kitabı. Ancak bu iki ismin taşıyıcısı olarak Alain Badiou öne sürülüyor; zemin olarak da Gezi direnişi ya da olayı.
Hazır Elbise
Doğrudan Gezi’ye ayrıldığı görülen birinci bölümde Volkan Çelebi’nin Gezi’yle ilgili ilk yazısı, ismiyle müsemma, “Taksim Direnişi’nden İzlenimler”den ibaret. Bu izlenimlerin gerilerek kurutulmuş bir dille kaleme alınmaktan öte herhangi bir özelliği yok. Belki tek özellik olarak Murat Belge ve şakirtlerinin başımıza bela ettiği, şimdiki zamanı sabitlemeye, bütün zamanları şimdiki zaman olarak doldurmaya çalışan ve aynı ölçüde de dondurmaya yönelik, şimdiki zamanlı eski Yeni Gündem haber dilinin hortlatılması sayılabilir (“devrimciler ile anarşistleri hemen fark ediyorum”, “işte görüyorum ruhların nasıl da (…) yeni bir dünyayı ürettiğini” gibi). Belki buna en fazlasından yarım cümlelere tam cümle muamelesi çekilerek elde edilmeye çalışılan yazınsal etki de eklenebilir. Aynı bölümde aynı yazarın “Olaydaki düşünce”, “Geziden izler” ve “Dıştakilerin ortaklığı” başlıklarını taşıyan üç yazısı daha var. İkinci yazı arkasına Badiou’nun kavram setini almış gibi gözüküyor ama Badio’nun felsefeye bakışını çelecek mahiyette, hemen “yaşamdaki bir kırılma, yaşamdaki bir kıyılanma [ne demekse bu?] bir en-yakındalaşma [bunun ne demek olduğunu sormayacağım ama kıyılanmayla ilişkisini kurcalamak eğlenceli olabilir] halinde bir olay vuku bulurken felsefe artık fark etmek üzerine değil; fark yapmak üzere yola çıkar” diyerek Badiou’ya sırtını dönüveriyor. Bu haliyle de belki Badiou felsefesinin yarattığı farka eklemlenebilecekken bildik klişeleri yeniden üretmeye soyunmayı tercih ediyor. Üçüncü yazı izlenimlerin ötesinde bir analiz iddiasında ama ne yazık ki iddiası olayın sürekliliği bakımından ekonomik özgürleşme safhasına geçilmesine yapılan vurgu ve doğrudan Badiou’dan ödünç alındığı apaçık olan (aynı kitapta Badiou metinlerine bakılabilir) devlet iktidarıyla girilecek eşitsiz bir savaşa enerji toplamak ve aktarmaktan öte bu enerjinin demokratik bir toplum örgütlenmesine aktarılması gerektiğine ilişkin fikir dışında yeni bir şey söylemiyor. Bu bölümdeki son Çelebi yazısı, “Dıştakilerin Ortaklığı” ise, bu kitap değerlendirme yazısının giriş sözlerini kaleme almaya zorlayan şey: Yani yine Badiou’nun rüzgarını arkamıza alırsak, olayın olmaması, olay olmaklığıyla olanaksız olduğuna göre, nasılsa olacak olan her ya da herhangi bir olmamış olay için herhangi bir mahalli olay mahalline dönüştürerek bekleme yazısı! Elbisemiz hazır da içine girecek beden nerede?
Cinayetini arayan Volkan Çelebi’nin imdadına, olmuş bütün cinayetlerin peşinden dededen kalma pertavsızıyla, bizzat kitabın kendi ifadesiyle “felsefe yazarı” Ahmet Soysal koşuyor. Ahmet Soysal’ın kitabın ikinci bölümünü oluşturan yazılarına hiç değinmeyeceğim. Birinci bölümde yer alan “Bir ayaklanmanın ardından” başlıklı yazısıyla yetineceğim. Anlaşılan ayaklanma bitmiş, Soysal ardından yazmaya girişmiş bile. Zaten Soysal, kitaba unutulduğu için sonradan eklenen yazısında [alelacele toparlanmış bir kitapta ortaya çıkan bir hatanın nasıl felsefeleştirilebileceğinin bir örneğini merak edenler bu yazıya bakmalı] bu ayaklanma “bitmemiş olarak bitiyor” diyerek çoktan son noktayı koymuş bile; Gezi, geze geze bitivermiş. Ama bu son noktanın kerameti Soysal’ın yazdıklarının içeriğiyle değil, kendi keyfi iradesiyle malül.
Soysal, bu yazısında kitabın bütünün vaz ettiği bütün ruhu inkar etmekle yetinmeyip ayaklar altına alan ve yetmezmiş gibi, bir de hedef gösteren düşünsel ve retorik bir nobranlığın örneğini veriyor. Bizzat taşıyıcısı tarafından eskitildiği hissine kapılmaksızın düşünülemeyecek olan eski bir sosyalist dilin terminolojisine hapsolmuş Soysal, aynı dili hala sürdürmekte kararlı olanların çok daha başarılı bir biçimde yaptığı Gezi analizlerinin indirgemecilikten gayrı özgünlüğü olmayan bir örneğiyle karşımıza çıkıyor. Bu örneğin Gezi’nin bileşenlerinden ne Anti-kapitalist Müslümanlara, ne örgütsel olarak atıl kalsalar da sokaklarda yer alan Kürtlere, ne Çarşı ve diğer taraftar topluluklarına ve hatta ne de sosyalist olduğu kabul edilebilecek gruplara ilişkin yeni hiçbir sözü yok. Ama sıfat çok! Kürt hareketinin topyekun ulusalcılıkla damgalanması, taraftar gruplarının aynı ölçüde topyekun ve cebi dolu holiganlığa indirgenmesi, Alevilerin zaten adının bile anılmayıp Gazi’nin alt sınıflarına sürülmesi, ilkel mi ilkel bir din anlayışı, bir çeşit treking olarak direndiği söylenen küçük burjuvaların varlığı dışında… Soysal’ın Çelebi’ye sunduğu beden bu; Çelebi’nin her şeye karşın uzak kalmaya çalıştığı bir nobranlıkla bıçaklanıp öldürülmüş bir beden. Bir alıntı yapayım yeter: “Politik düşünce, neyin istendiğini (vurgu aslında) formüle etmektir. Kimi “entelektüel” sol dergiler, olayları algılamak için, içinden çıkmayı pek beceremedikleri “sofistike” bir çağdaş felsefe batağına saplandılar. Yok Deleuze’e, Negri’ye, Badiou’ya göndermeler!...İlla yabancı referanslar, illa “arzu makinaları”, “organsız beden”, “çokluk” vs kavramları!...Bu göndermeler tabii ki işe yarayabilir ama şu an şu durumda felsefi “lagaluga” yapmaya gerek yok!” Eğer Soysal’ın üslubuna uyarak devam edersek, “Alem buysa”, bizzat Soysal’ın editörlerinden biri olduğu bu kitap tam da “felsefi lagaluganın kralı” sayılabilir! Ama bu elimizdeki kitaba büyük bir haksızlık olacaktır.
Bu kitapta, Badiou’nun metinlerinin değeri dışında [ama bu metinlere ulaşmak için bu kitaba mecbur olmadığımız gerçeği bir yana], kitabı kesinlikle okunmaya değer kılan en az iki yazı var. Biri, Işık Ergüden’in “lagalugası”: “Tekil Çokluklar: Yeniden Komünizm Yeniden Anarşizm”, diğeri ise Gökhan Kodalak’ın “Gezi ve Yeni Çevre Tahayyülleri”. İkisi de mutlaka hak ettikleri dikkat ve özenle okunmalı. Ayrıca Gökbörü Sarp Tanyıldız ile Gizem Çıtak’ın içtenlikli yazıları insanın içine su serpiyor.
Bu Daha Başlangıç
Gezi olayı kuşkusuz çok boyutlu olarak tartışılacak ve bu tartışma uzun bir zamana yayılacak. Çünkü “bu daha başlangıç” ve her başlangıç gibi sözcüklerini aramakla meşgul. Adlandırmadan başlayarak (halk, ahali, kitle, çokluk, çoğulluk, sınıf, Kürt…Alevi’yi bu listeye ekleyemiyorum; her zamanki gibi onlar yoklar; onların varlığı ancak bir azınlık mezhep ya da alt sınıfların varlığıyla anılmaya değer görülüyor) olayın mahiyetine (direniş, başkaldırı, ayaklanma, devrim, isyan, vs.), olayın coğrafyalarına (Gezi, Gazi, Armutlu, Tuzluçayır, Dikmen, Kuğulu, Kızılay, Dersim, Eskişehir, vs.); olayın mekanlarından (meydan, sokak, mahalle, okul, park, vs.) olayın hacmine ve bu hacmin yayılma kapasitesine kadar birçok tartışma başlığı herkesi davet ediyor. Ancak eğer Gezi’yi bir olay olarak kabul edeceksek, -Badiou ile başladık, onunla bitirelim o halde- olaya, durumda açtığı yarıktan, -durumun dilinin ötesinde, olayı model yerine koymadan ve onun bir olanaktan başka bir şey olmadığını ihmal etmeksizin, “felsefe[nin] yerleşik bir düşünsel düzeni tersine çeviren ve makbul değerlerin ötesinde yeni değerler yaratan (…) bir düzenleme edimi” olduğu kabulüyle- kendisini yol yerine koymayan, yol olarak dayatmayan, bütün gücünü karanlık bir yolda ışık olmaktan alan bir felsefenin diliyle bakma olanağını da yine bizzat Gezi veriyor diyebiliriz. Bu olanağı değerlendirebildiğimiz ölçüde fikren de “tarihi uyandırabiliriz.” Aksi hali düşünmek bile istemem: Levinas’ın tümlükten kaçarken İsrail dolusuna tutulmasını hatırlamak yeterlidir belki.
(1) Duygu Türk, Öteki, Düşman, Olay: Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 222 ve devamı.
(2) Alain Badiou, Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe, Çev. B. Özkul-E.Ünal, Encore Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013.
(2) Alain Badiou, Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe, Çev. B. Özkul-E.Ünal, Encore Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder