Çok zaman sonra ‘geri dönmek’, aslında ‘atlanmış bir şey var belki de’ demenin zaman zaman olumlu, zaman zaman olumsuz sonuçlar doğuran yöntemlerinden biri. Bu noktada söz konusu Sina Akyol olunca daha bir ayrıntılı düşünmek gerekiyor gibi. Şiirimizde uzun zaman birçok şeyi tek başına taşıyıp; alıp dili kırıp, büküp, sonra olduğu gibi yerine / değerine bırakabilmek önemsenmesi gereken bir ayrıntı; bu da şiirimizde Sina Akyol’un sırtlandığı bir iş / bir görev. Zamanı kendi söyleyişiyle uzatan bir şair olarak, aklı pek de başında olmayan bir dünyada bu işi, görevi üstlenmek elbette yoğun saldırılara maruz kalmayı da, bütün olup bitene bir şekilde dâhil ediyor. Ancak görülen o ki, şimdilerde orda burada Sina Akyol şiiri üzerine çok konuşanların çaresizliği dahi, başta söylediğim ‘atlanmış bir şey var belki de’yi ispatlamaya yetiyor.
Mayıs Yayınları’nın yeniden yayımladığı Haytalarla Hatmiler, hayat meselelerinin, dünya hadiselerinin Sina Akyol’un gözünden, zihninden, kuşku yok ki ayrıksı bir biçimde okunmuş haline göndermesi olan şiirlerden hatta ifadelerden oluşuyor. Doksanların gerek bizde, gerek dünyada, aslında yeniden yaratmak için çırpındığı ama yeniden yaratamadığı hiçlik algısının, anlamsızlık salvolarının içine yerleşen, herkesin kendi toprağının kendi geleneğinin sesiyle kurduğu edebi türler skalasında şiir belki de ancak böyle yapılandırılabilirdi. Gerçeği anlatırken yapılan edebiyatın gizlediği ‘şeyleri’ gizlemek için gerçeğin kodları kullanılmaya başladığında, bu durumu görmek daha da kolaylaşıyor. Basitlikten yola çıkmanın sanat için en zor tercih olduğu savı da bu durumu destekliyor aslında. Velhasıl Sina Akyol üzerinden okuyacağımız ve benim açımdan milat kitaplar arasında yer alan Haytalarla Hatmiler, gerçeği gerçeğin kodlarıyla (saklamak / gizlemek yerine) süslediği, dolayısıyla değersizleştirme anlamında değil ama bir indirgemeye tabi tutması anlamında, pek alışık olmadığımız bir biçimde söyleneni güçlendirdiği ilk işlerden biri.
Örneğin, kitapta yer alan ‘BİR BIÇAK Kİ: SARI SAPLI ARABESK’ parantez içiyle başlıyor. Parantez içi açıklamak anlamını taşır; bu noktada Akyol olaydan duruma geçen bir söylem kurmanın yöntemini nasıl belirlediğini gösteriyor okura; tehlikeli bir ifade olacak belki ama bu parantez içi kurma hadisesi işi bilen okur için, Akyol şiirinin tam anlamıyla trajedik kurgusunun da anlaşılması için önemli; parantez içi şöyle: (KONYA’NIN MERAM İLÇESİNDEN İŞ GEREĞİ İSTANBUL’A GELEN ESKİ KATİLİN; KÜÇÜKYALI’DAKİ FISKİYELİ HAVUZCUKLARI GÖRDÜĞÜNDE KARISINA SÖYLEDİĞİ CÜMLEDİR:)
Ardından, konuşuyor şiir: - Şurda otur, suyu seyret; ben gül alıp geleceğim.
Aslında Akyol’un gerçekleştirdiği yalnız okuru değil, anlamı da tanıdık bir ‘şeyin’ içine çekmek. Ancak dilin kuruluş aşamasındaki şaire özgü tavır yarattığı uzaklık / yabancılaşma duygusu ve vurgusuyla olayların ve durumların doğasına da, onları aslında yalnız açıklarken müdahale edilebileceğini ortaya koyuyor. Bunu nihayete erdirmek gerektiğinde, sona doğru yol alındığında da tekrar bir parantez açıyor Akyol: (NEDEN Mİ DÖNMEDİ? ÇÜNKÜ… IL NOME DELLA ROSE: ). Ve devam ediyor; üstelik bir şair olarak, bir açıklayan olarak; aslında burada türler arası bir geçiş daha var; sinematografik, teatral; dolayısıyla öykülenen ama söylerken şiirin bulanıklığına teslim olan bir türler arası geçiş: ‘Hırpadanak! Mahmut Gündüz!... – Kanlısıymış, Meram’dan – Sürüp gelmiş; sarı gülün / dikenine gizlenmiş.’
Bu örnek aslında oldukça önemli; çünkü burada Akyol, zihinsel olarak şiirin oldukça eski bir taktiğini hatta ilk taktiklerinden birini kullanıyor; Homeros’a uzanan bir tarihçilik meselesi ses veriyor, olanın altındaki şiir olarak. Olanın altındaki şiir; olanın tanığı sonra da olanın kendisi olarak şiir oluyor.
Haytalarla Hatmiler’de, Bu Kitabın Eklentisi adlı bölümü oluşturan Uzun Yürüyüş isimli çalışma ise, kitap içinde farklı bir yere sahip. Öyle ki Akyol şiire adına o dönem için, bu kitabın yayımlandığı dönem için ne düşünüyorsa, ne biliyor ve görüyorsa, belki de adıyla bütünleşen bir biçimde ortaya koymuş; şiir adına biriken her şey uzun bir yürüyüş olarak kendine bir kader çizmiş. Bu bir anlamda ardından gelen ‘pastoral’ bölümle, önceki bölümler arasında bir geçiş, bir sesleniş şiirinin farklı olanaklarına. Şiirin birinci bölümünde Akyol, biçimsel bir farklılığı denese de, bu defa şiirlerinin işaret ettiği yabancılaşmayı daha net bir yere, herkese değecek bir gerçekliğe göre biçimlemiş görünüyor: ‘Olur görüşelim derken bir dosta, inançsız ve yalancı sesim / hayır, üzmüyor beni.’. Bu aslında şiirin bölümleri arasına sızan politik nefesin de önünü açmak anlamında önemli bir araca dönüşüyor; Akyol şeyler arasındaki bağıntının bu yöntemle kullanılması, ele alınması anlamında; şiirde şiir öğelerini araçsallaştırma anlamında oldukça önemli bir ozan olduğunu da ortaya koymuş oluyor.
Sonuç itibariyle, Sina Akyol şiirine yaklaşmak, bu şiirler buluşmak ve ona bir okur olarak emek vermek, şiirimizin gelişim aşamaları içindeki önemli bir alanı kavramak açısından hem önemli hem de gerekli. Akyol’un yakında değineceğimiz ve raflarda yerini kısa süre önce almış düzyazılar toplamı da, ozanın kendini nasıl kurduğuna dair ipuçları vermesini anlamak açısından okura önemli olanaklar sunuyor. Sina Akyol, yeniden yayımlanan kitaplarıyla yeni okurun şiir evrenini; gerileyen, zorlanan ve etrafımızı giderek saran şiirlere karşı daha korunaklı hale getirecek ve bu evrenin genişlemesine önemli katkılar sağlayacak; bu kesin.
Aslında Akyol yıllar önce, bir gün yeniden hatırlanacak, okunacak bir şiir yazdığının mesajını yine kendisi vermiş: ‘kim ki fena yanılır / bitti sanır bu şiir’.
Akyol’u şimdinin tutsak anlamlarından sıyrılmak isteyen herkesin yeniden ve hep yeniden okuması dileği ile.
0 yorum:
Yorum Gönder