"O kadar da yalnız değiliz" (Behçet Çelik'le Röportaj: Onur KOÇYİĞİT)

Sunuş yazısında edebiyat hakkında yazılar yazmanızın nedenini öğrenmek olarak tanımlıyorsunuz. Ne tür bir öğrenme eyleminden bahsediyorsunuz? 

Bu gibi yazıları yazmaya başladığım zamanlar Yazılı Günler isminde bir dergi çıkarıyorduk. Dergi hazırlarken, yazı yazmak da gerekir, bilirsin. Orada güncel edebiyatın yanı sıra, değeri bilinmemiş yazarları yeniden gündeme getirmeyi de amaçlıyorduk. Böylesi yazarlar hakkında yazmaya çalışırken yazmanın derli toplu düşünme ve değerlendirme imkânı verdiğini fark ettim. Yazarak düşünmek gibi bir şey. Evet, dergiye yazı ihtiyacı var, bunun için yazıyorum ama yazacağım konuyu seçerken de okumak istediğim, öğrenmek istediğim eserleri, yazarları seçiyorum. Böylece bir anlamda kendimi disipline etmiş de oluyorum.

Günümüz edebiyat ortamında edebiyat toplulukları pek yok ama büsbütün yalnız da değiliz, diyorsunuz kitapta. Neden yok ve neden yalnız da değiliz?

Pek çok nedeni var. Artık İstanbul çok büyük bir şehir, biraraya gelmek istesen de gelemiyorsun. Görüştüğüm yazar arkadaşlarımla çok sık bir araya gelemiyorum. Lisedeyken yazar hatıratları okumayı çok severdim ki bendeki edebiyat tutkusunu tetikleyen nedenlerden biridir. 60’lı 70’li yıllardaki edebiyat insanlarının günlük hayatları da çok zaman berabermiş. Edebiyatçıların büyük kısmı gazetelerde çalışıyormuş. Benim de sonuna yetiştiğim bir Cağaloğlu ortamı vardı. 90’larla birlikte bu değişti, şehre dağılmış, daha atomize bir hayat yaşanmaya başladı. 2000’lerin yaşam tarzı bu. Farklı sanat kollarından insanlar da biraraya geliyormuş; ressamlar, müzisyenler, yazarlar… Şimdi böyle bir şeyden söz etmek zor. Yine de dergiler, ortak kitaplar için bir şeyler yaparken bir biçimde ortak çaba içerisinde oluyoruz; o kadar da yalnız değiliz, demem bundan.

O dönem yazarlar arasında, özellikle şairler arasında birbirlerinin yazınına karşı eleştirel bir tutum da var. Şimdi böyle bir şeyden bahsetmek imkânsız.

Kitap şimdilerde bir meta halini almış durumda; dolayısıyla olumsuz bir eleştiri, “Eyvah, benim kitabın satışını etkileyecek!” gibisinden kaygılara neden olabiliyor. Bu görüşe çok katılmıyorum. Yazıların kitap satışını etkilediğini de düşünmüyorum, zaten satmıyor (gülerek). Öte yandan az önce konuştuğumuz gibi, günümüzün hayat ritmi içinde herkes kendi işiyle meşgul galiba, başkalarının yaptıkları, küçük, günlük dedikodular dışında ilgi çekmiyor. Başkalarının yazdıkları hakkında olumlu, olumsuz bir şeyler yazmak da emek ve zaman istiyor.


Kitapta Nazım Hikmet’in pek bilinmeyen bir yönü, öyküleri hakkında da bir yazı var. Yazı, kadın-erkek ilişkilerini odağına alıyor. Sizin edebiyatınızda da çok yer kaplayan bir konu bu. Soluk Bir An’da da en üst noktaya ulaştığını düşünüyorum.

İnsanlar bu konuyla bu denli ilgiliyken edebiyatın ilgisiz kalması pek mümkün değil. Kadının erkeği, erkeğin kadını anlamak gibi bir kaygısı var. Anlayamamanın yarattığı buhranlar var. İnsanın karşı cinsle kurduğu duygusal ilişki insanın kendisini tanıması için de bir fırsat. Edebiyatı özel bir biçimde sürdürülen bir tür “insan araştırması” olarak görebiliriz, insanın duygu dünyasına odaklandığımızda kadın-erkek ilişkisinin görünümlerine, hallerine değinmek kaçınılmaz oluyor. Soluk Bir An’da Taner’in kendisiyle tanışmasına ya da çarpışmasına vesile olan da böylesi bir ilişki, daha doğrusu ilişkisizlik hali.

Kitaptaki denemelerden biri edebiyat eleştirisi hakkında. Edebiyat ile eleştiri arasındaki bağı nasıl görüyorsunuz?

Edebiyat ya da başkasının yazdığı bir metin üzerine düşünmek, insanın kendi yazdığı metinleri de etkiliyor. Okuduğumuz eleştiri yazıları sadece o metnin odağındaki eser hakkındaki düşüncelerimizi değil, kendi metinlerimizi de etkiler. Öte yandan, eleştiriyi de metin beliriyor. Kimi metin vardır karşında, hissedersin, sezersin, edebi ya da hayata dair bir kaygıyla yazılmıştır; ya da tam tersi, çok satılsın diye yazılmıştır. Eleştiri önündeki metnin sorunsalını ortaya koymaya çalışır, haliyle eleştirinin neye odaklanacağı metne bağlıdır. Çok genel anlamda bir dönemin edebiyatı ile eleştirisi için bileşik kaplar teorisi geçerli galiba; birlikte yükselirler ya da alçalırlar gibi geliyor bana.

Şu sıralar yazarların “yazmak” hakkında fikirlerini, önerilerini hatta öğütlerini de okuyoruz. Böyle bir şeyi olumlayabilir miyiz, yararlı olduğunu düşünüyor musunuz?

O metinleri okuyan bir şeyler alma niyetindeyse, ironik, madde madde sıralanmış metinlerden bile bir şeyler çıkartabilir. Yazmaya niyetli birinin başkalarının nasıl yazdığını merak etmesi çok normal. 17 yaşında yazdığım bir öyküyü, birkaç şiiri yayınlanmış birine okutmuştum ve söylediği üç cümle kafamdaki edebi metin algısını değiştirmişti. Bir öykü dosyamla ilgili yayınevinden gelen yarım sayfalık eleştiri de yepyeni fikirler uyandırmıştı. Elbette “Her gün üç sayfa yaz” gibisinden öğütler çok manidar değil, ama onlar bile yazma disiplini gibi konularda tetikleyici olabilir. Ama sonuçta yazma işi okuyarak ve yazarak öğrenilir. Yine de bu işte de usta-çırak ilişkisini andıran yanlar yok değil. Bazı çok temel yanlışlar yinelendikçe doğru zannedilebiliyor mesela. Yıllarını yazmaya vermiş usta yazarların kendi deneyimlerinden, hatta yanlışlarından yola çıkarak kaleme aldıkları “Nasıl yazmalı?” öğütleri o kadar da faydasız değil bence. Bunlar mutlak doğrular değil elbette, ama göz ardı ettiğimiz bir şeyleri fark etmemize vesile olabilir, üzerinde düşünmemiz gereken kimi sorunları hatırlatırlar.

Ben Behçet Çelik’i öykücü olarak okudum, sonra roman geldi, peşinden gençlik romanı yayınlandı. Şimdi de bu denemeler... Yazınınızın çeşitliliği konusunda nasıl bir okuma ve yazma disiplininiz var?

Okumak, yazmak kadar, belki daha da önemli benim için. Kitap yazıları yazma uğraşı ister istemez okumaya vesile oluyor. Kendi yazacaklarımın önünde bir engel olarak görmedim kitap yazılarını, öykü ya da roman yazdığım dönemlerde de sürdürdüm. Doğrusu önceleri roman yazabileceğimi düşünmüyordum, gündüz bir işte çalışırken geceleri ve haftasonları çalışarak roman yazılamaz, diyordum; bir deneyeyim diyerek başlamıştım ilk romana. Roman yazmanın ayrı bir yanı var. Çok uzun bir süre o konu ve karakterler seninle beraber yaşıyor, öyküden çok farklı. Gündelik hayattaki olaylara bile karakterlerin gözüyle bakmaya başlıyorsun, o karakterleri de taşıyorsun içinde. Roman yazmanın hoşuma giden yanı bu oldu zaten. Her şeyi baştan planlayıp yazmıyorum, elbette bir çatı vs oluyor kafamda, ama romanın ucu açık, belirsiz yanları daha çok yazma sürecinde. Yazma heyecanını, zevkini artıran bir şey bu benim için.

ATEŞE ATILMIŞ BİR ÇİÇEK, Behçet Çelik, Can Yayınları, 2012

0 yorum:

Yorum Gönder