“İyi bir film, sıradan kısımları çıkarılmış yaşamdır,” diyor Hitchcock. Bence şiir için daha geçerli bir tanım. Hatta şiir, sıradan olanı da sıradışı kılan bir şey. O yüzden nesir cümlelerinden çok, kafamıza iki çekiç darbesiyle çakılıvermiş şiirlerin dizeleri kalır aklımızda. Bütün büyük öykücülerin aslında başarısızlığa uğramış şairler olduğu tespitini unutmamak gerek. Bu kadim coğrafyada da tarihin asıl tutanakçısı şiir olmuştur. Günümüzde ise insanın şiiri, daha doğrusu şiirin insanı kaybetmesi söz konusu. “Şairlerin hepsi ekmek yiyor ama fırıncıların çok azı şiir okuyor.” Bu bağlamda üçüncü tekil ve çoğul şahısların günahlarıyla aziz olmaya çalışmadan bir sorgulama gerekiyor. Kanımca bunun başat nedeni, şiirin fazlasıyla kapalı bir söylem tutturması ve enikonu bireysel bir dile dönüşmesi. Eskiden büyülü olan şiir, modernizmle birlikte imal edilen bir şey haline geldi. Öte yandan, şairin kaderini şiirinin yazdığı bir ortamda ona soyadımızı taşımasından gurur duyduğumuz, zeki, başarılı ve hayırlı bir evlat muamelesi yapılmasının da etkisi var...
Abdülkadir Budak’ın “Mesafe” adlı son şiir kitabı ise bu tespitlerin tam tersi bir örnek. Şiirin ne olmadığını biliyorum ama onu okudukça şiirin ne olduğunu da anlıyorum. YKY’den çıkan bu kitabı, 2008 Yunus Nadi şiir ödülüne değer görülmüş. 1952 doğumlu Budak ilk ürünlerini 70’ten sonra veren bir şair. Kuşağının sancılarını zarafetle işlemiş, Necatigil’in deyimiyle “hikmet burcu”na ermiş bir şair. Daha önceden de onu okumak bana iyi şiirin sevincini vermişti. Şaşırtıcı buluşları, duygu sersemi olmayan duyarlılığı, ölçülü ironisi, yarasıyla böbürlenmeyen ince hüznü ve varoluşsal temasıyla özgün bir sesti daima. Her ne kadar tadından çatlayan olgun bir kayısı kıvamında lirik şiirlerini okusam da aslolan günümüz dünyasının parçalanmış ruh halini bireyin ev, aile ve sokak üçgenindeki bölünmüşlüğünü filozofça irdeleyerek şiirine yansıttı. Mesafe’de de aynı izlekler mevcut ama bu sefer hayatın içinde daha geniş daireler çiziyor Budak.
Her şeyden önce belirtmeliyim ki bulanık suda balık avlamayan biri Budak şiirini yalın bir dille örmesine karşın bu kadar derin ve katmanlı olmayı başarması hiç kolay değil. Berrak, dibi görülecek kadar duru akan bir şiir onunkisi ama derinliğini ilk bakışta sezemeyeceğimiz kadar da tehlikeli. Tam burada sözü ona bırakırsak ‘Cevap Anahtarı’ adlı şiirinde şöyle diyor: “Aynı yansısı ancak kuyunun ağzı kadar / kuyunun içi tanrım ne kadar karanlık, derin / Ben ölünce sanırım dünya yalınlaşacak /Gözlerim Aşık Veysel, bileklerim Yesenin!”
Uzun derdi kısa anlatan bir şair Budak. Söz çoğalırsa anlamın azalmasından ürken bir tavra sahip .
Bu yanıyla kitabını şairin çöp sepetinden ayrı tutan biri. Şiirin şair ve okurdan çok anlama ait olduğunun altını çiziyor sanki yazdıklarıyla. Böylece mana dallanıp Budak’lanıyor. Bu nedenle defalarca ölçüp bir kez biçen terzilere benziyor. Hız yapmaktan imtina ediyor. Bu da ona sakin ama durağan olmayan bir karakter kazandırıyor ve dolu testinin fazla gürültü çıkartmayışını çağrıştırıyor. Örneğin kitabın ilk dizeleri şöyle sesleniyor bize: “Yaydım. Sordular bana / - ok mudur seni geren? / Ben dedim ki: Beni geren / Gönderip gönderip gidemeyişim!”
Budak, modern ve geleneksel söylemi kendi potasında eriterek kendi üslubunu oluşturmuş bir ses. Belli başlı imgeleri var; Gül, Leyla, ev, köprü, ırmak, av, geyik, ok, yay, kuyu, su gibi. Bu yanıyla aç gözlü değil. Kısmetine düşen imgelerin kıymetini bilerek külden altın yaratan bir simyaya sahip. Bunu yaparken de eskiyi yeninin olanaklarıyla parlatıyor. Örneğin sadece kulağa değil, göze de hitap ediyor. Bu nedenle onu şiirleri gözlerimizle duyulmalı, kulaklarımızla görülmeli.
Dünya, hayat ve kendisi hakkında sahiden düşünen biri Budak. Örneğin aile sorunsalını bu kitapta da ele aldığı bir şiiri çok dikkat çekici. Ne kadar çok sevdiğimiz varsa insan kendinden o kadar çok veriyor. Netameli bir konu aslında bu. Ama Piri Reisi” adlı şiirinde bu çetrefil mesele hedefi on ikiden vurarak şu dizelerle anlatılıyor: “Sevgimi kullandılar suçlamıyorum / Bunun için fazlasıyla zemindim / yorgun düşüp uyuduğum olsa da / onlar için sıçrayarak kalktım hep / Başa kalkmak değil de insan böyle oluyor / Et susunca konuşuyor iskelet”
Elbette bir şair olarak içinde yüzdüğü denizle de sorunları olan bir balık o. Ama bunlar müstakil olarak değil de dizelerin arasına sızan değiniler biçiminde. Yangın vaaar! Diye bağırmak yerine usul usul tüten bir baca olmayı seçiyor.
“Son günlerde birbiriyle ilgisiz şeyler / ilgili geliyor bana ve bu hoşuma gidiyor” diyor Budak. Tam da ben bu dizeleri okurken aklıma birbiriyle alakası olmadığını sandığım pek çok şey geliyordu. Başkalarında da öyle mi oluyor. Okuduğum her şiir başka şiirlerle buluşuyor içimde. Mesela çok uzaklardan Ginsberg’in. Şu an içinde bulunduğumuz süreci de taşı gediğine oturtarak ifade eden şu dizeleri geliyor aklıma: “G.t öpmek barışın bir parçası / Dünyanın g.tünü öpmek zorunda kalacak Amerika...” Bu bağlamda Mesafe bir uzaklık değil, bir yakınlık bence. Bunun için ne mutlu ki “Avcıydım ceylan oldum” diyebiliyoruz.
0 yorum:
Yorum Gönder