Kader kelimesi olumlu ya da olumsuz olabilecek iki durumu da kapsayan bir kavram olmasına karşılık, genel itibari ile insanlar tarafından hep olumsuz anlamlarda kullanılmıştır. Tıpkı eleştiri kavramı gibi. Oysa talih kavramı, kader kelimesinin eş anlamlısı bile olmamasına karşılık, bu kelime ile eş tutulmuş, üstelik bu kelimenin olumlu hali olarak kullanılmıştır. Hırsızın Günlüğü’nde, Jean Genet’nin lirik söylemi ile bu iki kavram birbirine girer. Hangisinin olumlu hangisinin olumsuz olduğu biraz güç kavranılır. Genet, kendi özyaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı bu roman-kitapta, kendisinin kadersiz mi yoksa talihli mi olduğunu tartışır: Babasız olarak ya da klişe tabiri ile bir “piç” olarak dünyaya gelmek, doğar doğmaz doğuran tarafından terkedilmek, yetimhanelere ve bakıcı ailelere verilmek…
Bütün bunlar ilk bakışta bir Yeşilçam deyimi ile “kaderi buymuş” dedirtebilir. Fakat Genet bu kaderi, doğar doğmaz kesilen ve sonra da atılan göbek bağı gibi, belki de tüm yaşamı boyunca bir yere bağlı olmaya mecbur bırakacak bütün bağlardan kurtularak sağlamlaştırır. Aslında ileriki yaşlarında kendisine yakın olacak insanlara, doğduğu vatana, hissettiği duygulara ya da düşüncelere esir olmaksızın azade kalarak bu kaderini pekiştirmiş olur. Yani tüm bağlarını kolaylıkla koparabilmekle kendi kaderinin önüne çıkardığı talihle de karşılaşmaya başlar. Bu talih onu toplumda kendisine sunulmuş olan tüm zincirlerden rahatlıkla ayrışmasını sağladıkça, aile, vatandaşlık, görev, milli aidiyet, sağduyu, vicdan gibi hisler ve düşünceler anlam yitimi içinde erir. “Soyduğum birinin büyük üzüntüsüne ilk kez (en azından ben öyle sanıyorum) alayda tanık oldum. Askerleri soymak, ihanet etmek demekti, çünkü malını çaldığım askere beni bağlayan aşk bağlarımı koparmış oluyordum” (s. 42-43).
Yazarın yaşam öyküsünü okurken, aslında bir yaşam öyküsünden ziyade bir insanlık trajedisi izlenildiği düşünülebilir. Anlatılanlar, yalnızca Genet’nin kendi anıları değildir. Tanık olunan toplumsal ikiyüzlülüktür; her yeni güne bir sürü yalanla uyanan ve bunları uygulamanın gizli (!) yollarını arayan bir toplumdur. Her bir bireyin kendi içinde barındırdığı, fakat üzerini çeşitli maskelerle kapatıp, öteledikleri gerçeklikleridir. Israrla yüzleşmekten kaçındıkları hatta daha da ötesi unuttukları gerçeklikleri dile getirmektedir. Bir bakıma topluma ayna tutmaktır. Onu toplumdan ayıran kaderi, aynı zamanda açık sözlülüğünü ve cesaretini de kuşatır.
Genet’nin sık sık başvurduğu mekânlar; panayırlar, kiliseler, pazarlar, barlar, doklar ve buradaki performatif organizasyonlardır. Bu mekânlarda askerlerden mültecilere, kaçakçılardan eşcinsellere, fahişelerden hırsızlara, çingenelerden dilencilere, katillerden zenginlere, yaşlı oğlancılardan düşkünlere her türden dışlanmış insana rastlanır. Bu insanların toplumda konumlandıkları sınıflar, statüler önemli değildir, önemli olan dışlanmışlıkları içinde insan olmalarıdır. Herkes buradadır. Bir hırsız ile bir beyefendi örneğin kilise ayininde yan yanadır. Zengin bir oğlancı, sevişmek için gizlice geldiği doklardadır. Üstelik bu mekânlar tek bir ülkede değildir, Fransa ve İspanya başta olmak üzere bir çok yerdedir.
İnsanlar farklı sosyal kimliklerden, farklı ülkelerden olsalar da buralarda bulunma sebepleri birbirinden farksızdır. Çünkü bugün “yeraltı” olarak nitelendirilen bu gizli yaşamlar, genel ahlak kuralları ya da hukuk kurallarının dışına çıkılabilen yaşamları içermektedir. Hırsızın Günlüğü’nde yazar, kendi hayatı üzerinden bu sarmalı kırmaya çalışan tüm insanları anlatır. Toplum tarafından yeraltına itilmişler herhangi bir duruma uyum göstermek zorunda değillerdir. Kabul görmüş kuralları çiğnememek gibi bir mecburiyet hissetmezler. Tam aksine, tüm bu yasakları yaşıyor olmalarının doğurduğu sınırsız özgürlüğün tadını çıkarırlar. Örneğin Genet özgürlüğü hapishanede bile deneyimleyebilmiştir. Çünkü hapishanedekiler de toplumun koyduğu kuralları çiğnemiş olsalar da, bu toplumun yaratısıdırlar. Üstelik onlar birer anti-kahramandır. Öyle ki bir hücreye kapatılmalarına rağmen bu mahpuslar, kimsenin cesaret edemediğine cesaret edebilirler. Bu da onların açık bir şekilde hayatlarını yaşamalarını sağlar.
Bu suçluların yasaları yaşanılan dünyanın yasalarına uymaz, onlardan ayrılır. Bu yüzden suçlu ismini alırlar. Hâlbuki bir kilisenin sadaka kutusunu parçalayıp içindeki paraları cebe atmanın, bir sevgilinin/dostun zulasını patlatmanın, bir katilin paralarını bir aşığa yedirmenin ayıp bir tarafı olmadığı gibi bunları dinsel bir ayine bir ritüele çevirmenin de beis bir yanı yoktur. Genet bütün dışlanmışların deneyimlerini kendi deneyimleriyle sarmalanmış bir halde ortaya koyar. Bu yüzden Genet’nin başından geçen bir olay birden bire ayin, bir kavga ya da hırsızlık hikâyesi oluverir. Bu yazarın lirik/mistik anlatımıyla ilgili olduğu gibi, okuru özellikle bu olayın dışında tutmaya devam etme isteğinden de ileri gelir. Bu şekilde okur, olaylara yabancılaşır ve yazarla özdeşleşmez. Dolayısı ile özdeşleşemediği kahramanları haklı çıkaramaz. Objektif ama gerçekçi bir yaklaşımda bulunur. Bu yüzden olayları kopuk kopuk hikâyeler şeklinde anlatmayı tercih eder. Çünkü en son ihtiyaç duyacağı şey yaşadıkları ve yaptıklarını meşrulaştıracak yaklaşımlardır. Belki de bu sebepten, ünlü düşünür J.P.Sartre’ın kendisi için “Aziz Genet” diye söz etmesine kızar ve dostluğunu keser. Onun, yaşamın bu noktasında durması salt toplumun ikiyüzlülüğünü göstermek amacı taşımaz, bunun için özellikle aykırılık elbisesini giymez. Zaten doğası (kaderi ya da talihi) gereği Genet böyle bir insandır. Aykırılık tanımı onun için anlamsızdır. Bunu kendinde barındırmaz. Kaldı ki tüm yaşamı boyunca hiçbir kalıba oturamaz, tanımlara sığamaz. Doğru ya da adil olmak için çaba sarf etmez. Bu kelimelerin erdem olarak nitelendirilmesini anlamak üzere, bu kavramların tam karşısında durur. Karşıtı üzerinden bir sorgulamaya girişir. Bu bağlamda düşünecek olursak anlatılan suçlar, sefalet, erotizm ve şiddet ne düşkünlüktür ne de yücelik.
Bir asker güvertede gizlice bir eşcinsel fahişe ile sevişirken, fahişe aslında kaçakçılara yardım etmek için tüm hünerlerini ortaya koyar. Fakat asker sevişme sonrası fahişeye bir ses duyup duymadığını sorabilir. Kölesi olduğu düzen onu en coşkulu duygularını yaşamaktan böyle alıkoyar. Bu düzen askerin duygularını hem gizlice yaşamasına hem de tam anlamıyla yaşayamamasına sebep olur. Bir diğer yandan fahişe askerle birlikte olurken hiç tanımadığı kaçakçılar, rahatça karaya mallarını çıkarabilsinler diye kendince yardımcı olur. Genet özellikle fahişe ile kaçakçıları birbirine yabancı kılar. Asker, mevcut toplumun korucusudur ve bu toplum eşcinselliği de kaçakçılığı da yasaklar. İki yabancı -özellikle toplumun dışladığı iki farklı kimlik-sessiz bir anlaşma ile topluma, korucusu üzerinden meydan okuyabilir.
Kısaca Genet’de, yalan söyleyerek kazanılan bir saygınlık ve yalan söylemeyerek kazanılan bir aşağılanma söz konusudur. Hangisi daha onurludur, bunu kitabın 2. baskısını okuyarak yeniden sorgulayabiliriz.
Yazarın yaşam öyküsünü okurken, aslında bir yaşam öyküsünden ziyade bir insanlık trajedisi izlenildiği düşünülebilir. Anlatılanlar, yalnızca Genet’nin kendi anıları değildir. Tanık olunan toplumsal ikiyüzlülüktür; her yeni güne bir sürü yalanla uyanan ve bunları uygulamanın gizli (!) yollarını arayan bir toplumdur. Her bir bireyin kendi içinde barındırdığı, fakat üzerini çeşitli maskelerle kapatıp, öteledikleri gerçeklikleridir. Israrla yüzleşmekten kaçındıkları hatta daha da ötesi unuttukları gerçeklikleri dile getirmektedir. Bir bakıma topluma ayna tutmaktır. Onu toplumdan ayıran kaderi, aynı zamanda açık sözlülüğünü ve cesaretini de kuşatır.
Genet’nin sık sık başvurduğu mekânlar; panayırlar, kiliseler, pazarlar, barlar, doklar ve buradaki performatif organizasyonlardır. Bu mekânlarda askerlerden mültecilere, kaçakçılardan eşcinsellere, fahişelerden hırsızlara, çingenelerden dilencilere, katillerden zenginlere, yaşlı oğlancılardan düşkünlere her türden dışlanmış insana rastlanır. Bu insanların toplumda konumlandıkları sınıflar, statüler önemli değildir, önemli olan dışlanmışlıkları içinde insan olmalarıdır. Herkes buradadır. Bir hırsız ile bir beyefendi örneğin kilise ayininde yan yanadır. Zengin bir oğlancı, sevişmek için gizlice geldiği doklardadır. Üstelik bu mekânlar tek bir ülkede değildir, Fransa ve İspanya başta olmak üzere bir çok yerdedir.
İnsanlar farklı sosyal kimliklerden, farklı ülkelerden olsalar da buralarda bulunma sebepleri birbirinden farksızdır. Çünkü bugün “yeraltı” olarak nitelendirilen bu gizli yaşamlar, genel ahlak kuralları ya da hukuk kurallarının dışına çıkılabilen yaşamları içermektedir. Hırsızın Günlüğü’nde yazar, kendi hayatı üzerinden bu sarmalı kırmaya çalışan tüm insanları anlatır. Toplum tarafından yeraltına itilmişler herhangi bir duruma uyum göstermek zorunda değillerdir. Kabul görmüş kuralları çiğnememek gibi bir mecburiyet hissetmezler. Tam aksine, tüm bu yasakları yaşıyor olmalarının doğurduğu sınırsız özgürlüğün tadını çıkarırlar. Örneğin Genet özgürlüğü hapishanede bile deneyimleyebilmiştir. Çünkü hapishanedekiler de toplumun koyduğu kuralları çiğnemiş olsalar da, bu toplumun yaratısıdırlar. Üstelik onlar birer anti-kahramandır. Öyle ki bir hücreye kapatılmalarına rağmen bu mahpuslar, kimsenin cesaret edemediğine cesaret edebilirler. Bu da onların açık bir şekilde hayatlarını yaşamalarını sağlar.
Bu suçluların yasaları yaşanılan dünyanın yasalarına uymaz, onlardan ayrılır. Bu yüzden suçlu ismini alırlar. Hâlbuki bir kilisenin sadaka kutusunu parçalayıp içindeki paraları cebe atmanın, bir sevgilinin/dostun zulasını patlatmanın, bir katilin paralarını bir aşığa yedirmenin ayıp bir tarafı olmadığı gibi bunları dinsel bir ayine bir ritüele çevirmenin de beis bir yanı yoktur. Genet bütün dışlanmışların deneyimlerini kendi deneyimleriyle sarmalanmış bir halde ortaya koyar. Bu yüzden Genet’nin başından geçen bir olay birden bire ayin, bir kavga ya da hırsızlık hikâyesi oluverir. Bu yazarın lirik/mistik anlatımıyla ilgili olduğu gibi, okuru özellikle bu olayın dışında tutmaya devam etme isteğinden de ileri gelir. Bu şekilde okur, olaylara yabancılaşır ve yazarla özdeşleşmez. Dolayısı ile özdeşleşemediği kahramanları haklı çıkaramaz. Objektif ama gerçekçi bir yaklaşımda bulunur. Bu yüzden olayları kopuk kopuk hikâyeler şeklinde anlatmayı tercih eder. Çünkü en son ihtiyaç duyacağı şey yaşadıkları ve yaptıklarını meşrulaştıracak yaklaşımlardır. Belki de bu sebepten, ünlü düşünür J.P.Sartre’ın kendisi için “Aziz Genet” diye söz etmesine kızar ve dostluğunu keser. Onun, yaşamın bu noktasında durması salt toplumun ikiyüzlülüğünü göstermek amacı taşımaz, bunun için özellikle aykırılık elbisesini giymez. Zaten doğası (kaderi ya da talihi) gereği Genet böyle bir insandır. Aykırılık tanımı onun için anlamsızdır. Bunu kendinde barındırmaz. Kaldı ki tüm yaşamı boyunca hiçbir kalıba oturamaz, tanımlara sığamaz. Doğru ya da adil olmak için çaba sarf etmez. Bu kelimelerin erdem olarak nitelendirilmesini anlamak üzere, bu kavramların tam karşısında durur. Karşıtı üzerinden bir sorgulamaya girişir. Bu bağlamda düşünecek olursak anlatılan suçlar, sefalet, erotizm ve şiddet ne düşkünlüktür ne de yücelik.
Bir asker güvertede gizlice bir eşcinsel fahişe ile sevişirken, fahişe aslında kaçakçılara yardım etmek için tüm hünerlerini ortaya koyar. Fakat asker sevişme sonrası fahişeye bir ses duyup duymadığını sorabilir. Kölesi olduğu düzen onu en coşkulu duygularını yaşamaktan böyle alıkoyar. Bu düzen askerin duygularını hem gizlice yaşamasına hem de tam anlamıyla yaşayamamasına sebep olur. Bir diğer yandan fahişe askerle birlikte olurken hiç tanımadığı kaçakçılar, rahatça karaya mallarını çıkarabilsinler diye kendince yardımcı olur. Genet özellikle fahişe ile kaçakçıları birbirine yabancı kılar. Asker, mevcut toplumun korucusudur ve bu toplum eşcinselliği de kaçakçılığı da yasaklar. İki yabancı -özellikle toplumun dışladığı iki farklı kimlik-sessiz bir anlaşma ile topluma, korucusu üzerinden meydan okuyabilir.
Kısaca Genet’de, yalan söyleyerek kazanılan bir saygınlık ve yalan söylemeyerek kazanılan bir aşağılanma söz konusudur. Hangisi daha onurludur, bunu kitabın 2. baskısını okuyarak yeniden sorgulayabiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder