Son yirmi yılı aşkın bir zamandır, etik tartışmalarında ciddi bir patlama yaşıyoruz. Tıp etiği, çevre etiği, biyomedikal etik, siyaset ve etik, hukuk ve etik... Bütün mesleklerin, eylemlerin ya da kavramların yanına mutlaka etik kavramını getirmeden konuşamaz hale geldik. Politik olarak doğrucu olmak yerine etik davranmak daha makbul ve erdemli bir insan olmanın yolu haline gelmiş görünüyor. Etik üzerine tartışmaların tüm sıcaklığıyla sürdüğü son zamanlarda Oğuzhan Taş’ın “Gazetecilik Etiğinin Mesleki Sınırları, Profesyonellik, Piyasa ve Sorumluluk” başlıklı kitabı 2012 yılı içinde İletişim yayınlarından çıktı. Yazar kitabın amacını belki de üçüncü bölümün ilk paragrafında sorduğu şu sorularla anlatıyor: "Gazeteciler hakikati arayan profesyoneller mi, piyasanın hizmetkarları mı, fikir emekçileri mi, yoksa sıradan yurttaşlar mı?” (111) Yazar, bu soruların gazeteciliğin toplumsal statüsü açısından farklı sonuçlar doğuran sorular olduğunun altını çizerek, mesleğin tarihsel olarak hangi koşullarda ortaya çıktığını ve mesleki ilkelerinin nasıl olgunlaştığının izlerini sürüyor.
Bu bağlamda yazara göre, çalışmanın kuramsal yönelimini, ana akım tarihyazımlarının gazetecilik ikelerinin ortaya çıkışını, basının demokratikleşme sürecinde bir olgunlaşma aşamasına tekabül ettiği iddiasını destekleyen şu üç varsayımın sorgulanması belirlemiştir: 1) basının gelişiminin kesintisiz bir özgürleşme dinamiği taşıdığı, 2) piyasanın demokratikleştirici bir güç taşıdığı, 3) basının ideal durumda dördüncü güç işlevini üstleneceği (285-286).
Çalışma esas itibariyle gazetecilik etiğinin Türkiye’de nasıl bir tarihsel ve ideolojik çerçevede şekillendiği üzerinde durmayı hedeflemektedir. Yazar bu çerçeve içinde Türkiye’deki basın tahayyülündeki devamlılıklar ya da değişimlerin nasıl anlamlandırıldığını araştırmaya öncelik vermektedir. Ancak yazar gazetecilik alanının oluşumunda öncü rol oynayan İngiltere ve Amerika’yla ilgili tartışmalara kitabın ilk kısmında yer vererek çalışmasına başlamaktadır. Bu bağlamda kitap iki kısımdan oluşmakta. İlk kısım gazetecilik etiğinin tarihsel ve ideolojik kaynaklarını İngiltere ve Amerika’daki gazetecilik uygulamaları bağlamında ele alan ilk bölümle başlamaktadır. Bu bölümde özellikle yazarın gazeteciliğin ilke ihtiyacının çıkış noktasını gazetenin ve haberin ticari bir meta olarak yaygınlaşmasıyla birlikte başladığına vurgu yapması önemli görünmektedir. Bu vurgu, özellikle 1980’lerden itibaren yaygınlık kazanan etik tartışmaları ile neoliberalizm arasındaki bağlantının tarihsel kökenlerinin de daha açık hale gelmesini sağlıyor. Kitabın bu kısmı gazetecilik etiği ve toplumsal sorumluluk kavramlarının tartışıldığı ikinci bölüm ve gazetecilik etiği ve profesyonelleşme kavramlarının incelendiği üçüncü bölümle tamamlanmaktadır. Yazarın bu son bölümde özellikle etik tartışmaları ile profesyonelleşme arasında kurduğu ilinti dikkat çekicidir. Zira yazarın beslendiği eleştirel kurama göre, uzmanlık ve profesyonellik anlayışı, toplumu etkin yurttaşlar olarak değil, edilgen tüketiciler olarak görür. Buna göre, “Mesleklerin ahlaki temeli diğerkamlıktan ziyade iktidar kaynaklarının yeniden üretimine hizmet eden bir özçıkara dayalıdır” (115). Gene bu tespit de neoliberal piyasa mantığının neden “etik” tartışmalarına ihtiyaç duyduğunu bir kez daha açık hale getirmekte ve bu bağlamda gazetecilik etiği tartışmalarının Türkiye basın tarihi içinde neden 1980’li yıllara denk düştüğünü anlamamızı sağlamaktadır.
Kitabın ikinci kısmı Türkiye’de gazetecilik etiğinin tarihsel sınırlarına odaklanmakta ve dört ana başlığa ayrılmaktadır. Birinci bölüm Osmanlı’daki “gazetecilik öncesi” dönemden başlayarak 1980 sonrasında ortaya çıkan yazarın deyimiyle “ticari gazeteciliğin hegemonyasının” yaşandığı döneme kadar gelmektedir. Yazar, bu kısmın ikinci bölümünde Türkiye’de etik tartışmalarının şekillendiği asıl dönem olarak kavradığı 1980 sonrasını derinlemesine çözümlemek için toplumsal “sorumluluğun sınırları”nı tanımlamak adına promosyon rekabeti dönemini örnek olay ve dönem olarak incelemektedir. Promosyon dönemi yazarın tespitine göre, gazeteciler ve medya sahipleri tarafından okurun haber dahil tüm ihtiyaçlarının karşılanması gerekçesiyle bir toplumsal sorumluluk işlevi olarak meşrulaştırılmış görünmektedir. Ancak bu dönemin sonuna doğru bu promosyon çılgınlığının yerini, başını Doğan Medya Grubu’nun çektiği bir ilkeler oluşturma dönemi almıştır. Yazarın çalışmasının bu bölümünde profesyonelliğin sınırlarının Doğan Medya Grubunun yayın ilkeleri bağlamında nasıl çizildiği tartışılmaktadır. Bu bölümde özellikle yazar, Hürriyet gazetesi örneği üzerinden giderek, Türkiye’de profesyonel gazetecilik etiği tartışmalarının ideolojik boyutunu çözümlemektedir. Bu kısmın son bölümünde yazar ele aldığı iki skandal (Deniz Baykal-Nesrin Baytok ve MHP’li siyasetçiler) üzerinden gazeteciliğin ahlak siyasetinin iki yüzlülüğüne vurgu yapmakta ve bu ikiyüzlülüğün büyük ölçüde gazeteciliğin ticarileşmesiyle bağlantısından kaynaklandığı tespitininde bulunmaktadır.
Yazar, özetle gerek İngiltere ve Amerika’da 19. Yüzyıl sonlarında olgunlaşan gazetecilik ilkeleri ve gerekse Türkiye’deki 1980 sonrasında yaygınlaşan etik tartışmalarını, basının ticarileşmesi sürecinden ve bu süreçte varlığını meşrulaştırma çabasından ayrı düşünemeyeceğimiz kanaatindedir. Bu kanaatini, çalışmasındaki gerek ortaya koyduğu tarihsel arkaplan, gerek yaptığı kuramsal tartışmalar ve gerekse ele aldığı örnekler yoluyla okuyucuya açık hale getirmektedir. Basının ticarileşme süreciyle birlikte karşımıza çıkan ve nesnellik, dengelilik, tarafsızlık gibi kilit kavramlarla tanımlanan gazetecilik meslek ilkelerini, yazarın çalışmasından anladığımız kadarıyla neoliberal ekonominin ideolojik varsayımlarından ayrı düşünemeyiz. Bu tespitten yola çıkarak basındaki asıl etik sorunun hükümetler tarafından gelen sansürlere direnmemek değil, ticarileşmeyle birlikte ortaya çıkan yapısal sorunların getirdiği içeriklerde homojenleşme ve belirli kişilerin durum tanımlarının dolaşımda olmasından kaynaklanan temsil sıkıntılarıdır diyebiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder