Erken Dönem Alman Romantikleri’nde Antik Yunan’a bir dönüş çabası vardır. Devlet-birey, özne-nesne karşıtlıklarının olmadığı, mutlu birliğin sağlanmış olduğu bu döneme özlem Hölderlin’in Şiir ve Tragedya Kuramı adlı kitabındaki görüşlerinde irdelenmiştir.
Yaşadığı dönemde önemsenmeyen hatta küçümsenen Hölderlin’e ait bu metinler, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir bütün haline getirilip incelenmiştir. Örneğin “Yargı ve Varlık” başlıklı yazı ilk defa 1961 yılında yayınlanmıştır. Oldukça çetin metinlerden oluşan kitapta bazı metinlerin eksikliği göze çarpmaktadır. Özellikle sonuç bölümleri yarım kalmıştır. Bunun yanı sıra bazı metinlerin Hölderlin’e ait olmadığı görüşü vardır. “Alman İdealizminin En Eski Sistem Programı” başlıklı yazı bu görüşe bir örnektir.
Hölderlin hayatının son kırk yılını akıl hastası yaftası ile geçirmiştir. Belirtmek gerekir ki kitapta yer alan bu metinler 1794-1800 yılları arasında, Hölderlin akli dengesini tam olarak yitirmeden bir iki sence önce tamamlanmıştır.
Hölderlin, filozof şairdir. Çoğu insan onu bir şair olarak nitelendirse de yaşadığı dönemde sahip olduğu çevreyi ve Şiir ve Tragedya Kuramı içerisinde yer alan kuramsal metinlerini incelediğimizde felsefi birikimini rahatça görebiliriz. Hölderlin’in felsefeye olan bu eğilimi kuşkusuz Aydınlanma Çağı’nın bir getirisidir. Erken Dönem Alman Romantikleri arasında gösterilen Hölderlin, Aydınlanma’ya tam bir karşıt tutum göstermemekle birlikte Fransız filozofların materyalizm ve faydacılık anlayışlarına karşı çıkar. Bunun yanında Aydınlanma’nın radikal eleştiricilik idealine bağlı kalmıştır. Özel hayatında yaşadığı sorunların yanında şüpheci bir felsefi kimliğe bürünmesi akıl sağlığını kaybetmiş olmasına bir ihtimaldir.
Annesinin baskıları sonucu zorunlu olarak papaz okuluna giden Hölderlin, burada Hristiyanlığın katı ve artık işlevi olmayan yüzünü görmüş, bunu eleştirme yoluna gitmiştir. Hölderlin’e göre Hristiyanlık yaşanan çağa ayak uyduramamaktadır. Koyduğu kurallar, toplumu düzenleme adına koyulmuş katı kurallardır. Bu sebeple insan arka planda kalmıştır. Kendi deyimiyle, insanlar yaşamın ince ve sonsuz ilişkilerini kısmen kibirli bir ahlaka, değersiz ve bayatlamış görgü ve beğeni kurallarına dönüştürmüştür. Bu sebeple bozulan birliği yeniden bulma görevini üstlenir. Bütün dinlerin özü açısından şiirsel olduğunu düşünen Hölderlin, “Din Üzerine” başlıklı bölümde yeni bir mit yaratısından, aklın mitolojisinden söz eder. Halkın ilgisini çekebilmek adına ideler, estetik yani mitolojik hale getirilmelidir. Bu şekilde mitoloji felsefi bir özden beslenecek ve insanlar daha akıllı olacaktır. Hölderlin’e göre, insanlığın en son ve en büyük işi aklın mitolojisi olacaktır. Kuşkusuz bu düşüncenin alt yapısında tam da o yıllarda gerçekleşmiş olan Fransız Devrimi’nin izlerini bulabiliriz. Yıkılan bir düzene karşı genç düşünürler hayatın her alanında kurulu düzene karşı bir fikir hareketine kapılmıştır.
Hölderlin’in felsefi dünyasını şekillendiren iki önemli isim vardır. Bu isimler, Immanuel Kant ve Johann Gottlieb Fichte’dir. Fichte’den dersler alan Hölderlin, bu iki ismin görüşlerine yeni bakış açıları kazandırmıştır. Hegel ve Schelling ile okul arkadaşı olan Hölderlin özellikle Hegel’in ben kavramına etki etmiştir. Bu üç eski arkadaşın yazıları incelendiğinde aralarında çok fazla etkileşim olduğu görülecektir. Hölderlin’e ait bazı metinlerin Hegel’in olduğu iddiası da buradan gelmektedir. Muhtelemen Hegel’e ait olduğu düşünülen metinler ortak bir çabanın üründür.
Hölderlin’in Antik Yunan’a özlemi ve o dönemde yaşama isteği kitapta tragedyalar üzerine yazdığı kuramsal metinlerde karşımıza çıkar. Empedokles tragedyası ile Tanrı ile insan arasındaki uyumsuzluğu, insan ile doğa arasındaki çatışmaları göstermek istemiştir. Burada kendini üreten organik koşullar ve bu koşullarla uyumlu karşıt aorgik –aorgik sözcüğü Hölderlin’in bulduğu, doğada belirsizlik, düzensizlik, bilinmezlik anlamına gelen bir sözcüktür- koşullar bir bütün olarak ele alınır. Kısacası doğa ne kadar bilinirse ondan o kadar uzaklaşılır.
Hölderlin’e göre bütün uğraşların en masumu şiirdir. Mutlak varlığın bilinemeyeceğini söyleyen Hölderlin, varlığı en yakından duyumsayan kişinin bir şair olduğunu söyler. Bu sebeple şiir bir kurtarıcıdır. “Empedokles’in Temeli”nde bu görüş yatar. Saf yaşamda doğa ve sanat birbiriyle uyumlu bir karşıtlık içindedir. Hölderlin karşıtlıklar yaratarak bir içtenlik yakalama çabasındadır. Tıpkı olumlu ve olumsuz sözcüklerine kazandırdığı yeni anlamlar gibi karşıtlık sözcüğünün anlamı da Hölderlin’in lügatında farklıdır. Doğa ancak farklı ama uyumlu olan sanatla birlikteliğiyle göksel bir amaca ulaşır. Burada ulaşılmaya çalışılan bir birlik vardır. Mitosun esinlediği, köklerini Antik Yunan’da arayan bir birlik arayışı vardır. Bu arayışın amacı doğayla bir olmak içindir.
Hölderlin’in savı, felsefenin yapması gerekenin kendisinden doğduğu şiire geri dönmek olduğu yönündedir. Bu sebeple bir filozof, bir şair kadar estetik bilgiye sahip olmalıdır. Hölderlin’e göre şiir, saf olanın, duyularüstünün ayrımsız noktasına ilerler. Oradan saf duyusallığa, daha mütevazi bir içsel yoğunluğa dönüşür. Şiirsellik başlangıçta olduğu gibi gelecekte de insanlığın öğretmeni olacaktır.
Hölderlin, “Şiirsel Tinin Uğraşı Üzerine” başlıklı bölümde oldukça zorlayıcı bir dil yapısı ile şiirin matematiğini ortaya koymaya çalışır. Bu bölümde şiir her yönüyle incelenmektedir. Yaşadığı dönemde Goethe tarafından hastane şiirleri –Goethe bu dönemdeki pek çok genç şairin dünyayı bir hastane, kendisini ise bir hasta olarak gördüğünü düşünür- yazmakla itham edilen Hölderlin modern şiirin eğitim ve işçilik açısından eksik olduğunu düşünmektedir. Ona göre şiirin neye bağlı olarak ortaya çıktığı belirlenebilmeli ve öğretilebilmelidir. Böylesine çetin metinlerden oluşan bir kitabın çevirmeninden söz etmemek haksızlık olur. “Salainin Kuşkuları” ve “Hegel” isimli kitaplarla karşımıza çıkan Mehmet Barış Albayrak’ın doyurucu önsözünün ve çevirisinin hakkını vermek gerekir.
0 yorum:
Yorum Gönder