Bir fotoğraf; uzun bir yazıdan, bir filmden, saatlerce süren bir konuşmadan daha fazla şey anlatır bazen. Gerçek olanın kanıtıdır fotoğraf, bu yüzden de nesneldir. Bir yanıyla da ona bakan göz, onu algılayan zihin, onu hisseden kalbin biricikliği oranında öznel bir yanı da vardır.
Türkiye’nin her bir meydanından yükselen fotoğraf kareleri görüyoruz bir süredir. Gezi Parkı’ndan başlayıp, Ankara’ya, İzmir’e, Eskişehir’e, Adana’ya, Hatay’a ve daha birçok şehre dalga dalga yayılan bir çığlığın fotoğrafına bakıyoruz. Yalnızca bakmıyoruz aynı zamanda görüyoruz ve okuyoruz bu fotoğrafları. Yaşanan toplumsal kenetlenme, ortak akıl ve duygu bütünlüğü aynı zamanda her bireyin öznel tepkisini, acısını ve umudunu barındırıyor içinde.
Bazı kitaplarla, bazı müziklerle, bazı insanlarla tanışmanın bir zamanı var diye düşünmüşümdür her zaman. Gezi Parkı direnişi başlamadan hemen önce bir kitap okudum: Camera Lucıda-Fotoğraf Üzerine Düşünceler-. Roland Barthes bu eserinde fotoğrafın ne olduğu sorusuyla yola çıkıyordu. Teknik tanımlamanın dışında fotoğraf nedir, ne anlatır? Yarattığı etki bakımından sinemadan da, edebiyattan da, resimden de farklıdır fotoğraf. Geçmişte pek çok toplumsal olaya kanıt olmuş fotoğraflardan, en bireysel yaşam kıvrımlarını yorumladığı aile fotoğraflarına uzanarak fotoğraf üzerine düşünüyor. Sayfalar arasında ilerlerken adeta yazarla birlikte yol alıyorsunuz. Fotoğraf ve ölüm / fotoğraf ve yaşam karşıtlığını varoluşsal bir zemin üzerinde tartışıyor : “O, bu anda vardı ama artık yok” Camera Lucıda tamamlandıktan kısa bir süre sonra Barthes bir trafik kazasında yaşamını yitiriyor. Kitabı bitirdikten sonra, boşlukta uçuşan ama mutlaka bir yeri var dediğim düşüncelerle baş başayken, kırmızılı bir kadın fotoğrafına uyandım bir sabah. İşte bu !
Kırmızılı Kadın
Sonra devamı geldi. Gezi parkı direnişiyle ilgili yazılar, konuşmalar, çizimler… Ama en çok fotoğraflardan okuduk olup biteni. Burada Barthes’dan ve Camera Lucıda’dan daha detaylı bahsetmektense, bugün görmekte olduğumuz fotoğraflar üzerine düşünürken, anlamlandırmamızı destekleyecek çözümlemesinden bahsedeceğim yalnızca. “Fotoğraf, görmemize izin verdiği şeyi söyleyemez” diyor. Kırmızı elbiseli kadın fotoğrafı, direnişin simgesi haline geldi. Çünkü ön yargısız bakan her göz muhtemelen aynı şeyi gördü o fotoğrafta: Cesareti, adaletsizliği, “artık yeter” i, anlam verememeyi, şaşkınlığı, şiddeti, acımasızlığı… Barthes bu etkiyi, Latince “kendini verme” anlamına gelen studium kelimesiyle tanımlıyor. Studium alanında bilinç, akıl yürütme, yorumlama daha belirgin oluyor. Çünkü bir fotoğrafa bakarken gördüklerimizde, bilgi ve kültür alanı, eğitim, toplumsal ve siyasal duruş gibi özelliklerimiz düşüncelerimizi belirliyor. Ortalama bir ilgiyle fotoğraftan etkileniyoruz. Neden etkilendiğimizi de açıklayabiliyoruz. Bazı fotoğraflardan ise bir ok çıkıyor ve sizi delip geçiyor. Kara kara düşündürüp, alt üst ediyor. Bu etkiyi ise, punctum (Latince delip geçme anlamına geliyor) kelimesiyle tanımlıyor Barthes. Studium etkilerken Punctum delip geçiyor, yaralıyor sizi. Örneğin kırmızılı kadın fotoğrafında bende punctum etkisi yaratan, kadının savrulan saçları ve kadraja biraz daha yakın duran diğer kadınının yüz ifadesiydi. Neden böyle olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl bir his uyandırdığını tarif edemiyorum. Fotoğraf yaşanmış bir anın kanıtı olarak orada duruyor, o an donuyor ve kalıyor. Ancak hikayesi devam ediyor. Buraya nasıl gelmişti, o anda ne hissetti, sonrasında ne oldu, kendisine bakan gözlerde ne gördü? Gibi pek çok soruyu sorduran o yıkıcı etkiyi hissediyorum ama tarif edemiyorum. Dil bazen aciz kalıyor.
Küçük Yalnızlık Darbeleri
Fotoğraf üzerine belki de en çok düşünmemiz gereken günlere tanıklık ediyoruz. Sözlerin, yazıların, konuşmaların içeriğini irdelemekten daha çok etkiliyor bir fotoğrafta gördüklerimiz. Çünkü birden bire çarpılıyoruz baktığımız her karede. Birden bire kavrıyoruz. Meydanlarda bakışlarımızı çevirdiğimiz her köşede bir fotoğraf karesi donuyor. 31 Mayıs gecesi İstiklal Caddesinde her zamanki rutin işlerini yapan belediye işçilerinin fotoğrafını çektim. Orada olup bitenden sıyrılmış, bir yandan sohbet edip bir yandan da yerleri süpürüyorlardı. O an dondu zihnimde. Gördüğüm daha pek çok an gibi. Bir fotoğrafa bakarken onun hikâyesini de düşünüyoruz çünkü. Başında ve sonunda ne olduğunu düşünerek, bilerek. En acısı da bu belki : “Şu an burada oturup kitap okuyan genç, bu fotoğraf çekildikten iki gün sonra öldürüldü.”
Barthes, Camere Lucıda’ya şöyle başlıyor (ve bu başlangıç beni çarpıyor “punctum”) “ Uzun zaman önce bir gün, Napolyon’un küçük kardeşi Jerome’nun 1852’de çekilmiş bir fotoğrafı geçmişti elime. Ve bugüne dek hiç dindiremediğim bir şaşkınlıkla şunu fark etmiştim o zaman: Ben şu an, imparatora bakan gözlere bakıyorum.” Barthes’ın şaşkınlığını anlayan olmamış o zaman. “Yaşam bu küçük yalnızlık darbelerinden oluşur” diyor. İşte biz de bugünlerde zulme bakan gözlere bakıyoruz. Bakılan fotoğraf şekil olmaktan çıkıyor, bakan öznenin algısı derecesince öznelleşiyor. Yaşananların gerçekliği, tarihe, ama en önemlisi zihinlere kazınıyor ve orada kalıyor: “Bir dergiden kesip uzun zaman sakladığım, - ancak aşırı özenle saklanan her şey gibi sonunda kaybolan- bir köle pazarını gösteren fotoğrafı anımsıyorum: şapkalı köle tüccarı ayakta duruyor; peştamal giymiş köleler oturuyorlar. Tekrarlıyorum: bir gravür değil, bir fotoğraf bu; o zaman bir çocuk olan benim dehşet ve hayranlığım şuradan geliyordu: böyle bir şeyin varolduğu kesindi: bu bir yaklaşıklık sorunu değil, bir gerçeklik sorunuydu: artık tarihçi aracı değildi; kölelik, aracı olmadan verilmiş; gerçek, yöntemsiz olarak kurulmuştu.”
CAMERA LUCIDA, Roland Barthes, Çev. Reha Akçakaya, Altıkırkbeş Yayınları, 2011.
0 yorum:
Yorum Gönder