“Başkası için yaşayanın, kendisi için öldüğünü düne kadar bilmezdim.” (Mağluplar)
“Haklıyız kazanacağız!” Bu slogan yıllardır meydanlarda duymaya alıştığımız bir haykırış. Hatta futbol takımlarının marşı haline bile geldi. Oysa güzel retoriğindeki adalet vurgusuna rağmen, bir gerçeklikten çok bir dileyiş vardır bu sloganda. Her slogan inançlı birinin duasına benzer bir parça. İdealize edilmiş bir dünyaya dair söylenmiş bütün sözler, bu dünyanın gerçekliği karşısında tuzla buz olurlar. Tarih bunun tanığıdır, inkârla dokunmuş resmi tarihlerden bahsetmiyorum elbette. Haklılar kaybetmiştir hep. Leonard Cohen’in de bir şarkısında dediği gibi “zarlar hileliydi/ iyi oğlanlar kaybetti/ herkes biliyor bunu.”
Doğrusunu isterseniz, haklılar nadiren kazandığında bile fazla zaman geçmeden haksız olmuşlardır. Çünkü muktedir olmuşlardır ve onların kazancı başkalarının mağlubiyeti üzerine kurulmuştur. Yunanlı şair Fhilemen, “hiçbir hekim, dostlarının bile sağlığından hoşlanmaz” dermiş. Hele ki bu durum toplumsallaştığında, akıl alır da yürek almaz nice vahşet yaşandı bu dünyada. İnsanın ya da insanlığın karşısına hep şu ikilem çıkmıştır: Haklı olmak mı, kazanmak mı? İnsan değilse de insanlık, nesnellik adına kazanmayı tercih etti. Bu yüzden masumiyet daima tekildir.
Peki, masumiyet nedir? Aslında her kavram gibi bunu tanımlayanın da yenenler olduğu düşünülürse, böyle bir gerçek de yoktur. Ama yine de masumiyeti tanımlayanlar, sahici anlamda masum olabilirler, diyebiliriz. Hatta kendilerini suçlu hisseder böyleleri. Çünkü bu dünyada vicdanlarına mağlup olmayanların masum kalması mümkün değildir. Onlar dünyayı değiştirmek adına alabildiğine eşitsiz bir savaşa girmişlerdir. Sonra her put yıkıcısının içindeki yıkılmaz putları görüp derin bir iç çekişle huzurdan çekilmişlerdir. Rüyası görülen orman mahşerdir. Her şeyi bütün şiddetiyle anladıktan sonra koro kavgalardan solo yenilgiler kalmıştır. Ateş düştüğü yeri yakar tabi. Ama ateş düştüğü yeri aydınlatır da. Belki de dünyayı genetik şifresine dek çözebilmenin tek yolu felakettir. Ve yalnızsındır, yapayalnızsındır. İnsan böylesi anlarda “yüce” değerlere sığınma ihtiyacı duyar, belki de bütün yolların son durağı aşktır. Ama ölüp de dirilmek için, kül olana dek yanmak için her şey bir bahanedir…
Mehmet Taşdemir’in son romanı Mağluplar, bir yarayı deşer gibi işte böylesi hayatları konu ediniyor. Bireyden topluma, hayalden gerçeğe, geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa uzanan bir yazar olan Taşdemir’in öykülerle başlayan yolculuğu romanlarla sürüyor. Huzursuzlar, mağluplar, şarkılarını kaybetmişler, Araftakiler, alınlarındaki yazı yüreklerindeki sözlerle yazılmamışlar, hayatla memat arasında aşka doyumsuzca susamışlar, kısacası dünyadan umutlarını kesip, kendi benliklerinde sancıyla ışık arayanlar, yaşamın acı suyuyla yoğrulmuş karakterler var onun kitaplarında. Mağluplar’ın daha ilk sayfasındaki Romain Gary’e ait şu epigraf, nasıl bir dünyanın eşiğinde olduğumuzu bize haber veriyor: “İnsan bir hiç uğruna yanmışsa sönmek daha acıklı olur.”
Romanın odağındaki karakter Nazif Gölgesiz, eski bir siyasi mahpustur, alnında soğuk bir mühürle dolaşmaktadır. Soyadı bütün hayatını kuşatmıştır neredeyse. Zaten romandaki bütün isimler göndermeli olarak seçilmiş, kahramanımızın ya çok susacağı, ya da çok konuşacağı travmatik deneyimleri vardır geçmişinde. Yaşamda susmuştur ama yazarak konuşmaya kaptırmıştır kendini, belki de sözünün kesilmeyeceği tek edim o olduğu için. Dışarı çıkar çıkmaz bir kitabı yayınlansa da, beklediği ilgiyi bulamamıştır. Bir hiç olduğu için yazdığını düşünür. O da bütün yazarlar gibi olduğundan daha büyük görünmek için edebiyata yönelmiştir. Laf aramızda, egolarına rağmen içten içe bütün yazarlar bilirler bu zaaflarını. Ama bir yanılgıdır bu. Çünkü yazarlar sandıklarından bile daha büyüktürler kanımca. Zira hayat denen duvarda oyuklar açıp, yeni bir göz edinmek ve bu gözü başkalarına da sunmak kolay bir iş değildir. Dünyayı yeniden kurgulamak, dahası yazarken yaşamı, kendimizi, dolayısıyla başkalarını da gerçek manada anlamak az buz bir şey değildir. Gerçek anlamda kazanmak da budur. Galiptir bu yolda mağlup bile, diyerek tekrar romanımıza dönersek; kahramanımız kirasını zar zor ödediği eski bir Rum evinde bir başına, yoksul ve bohem bir hayat sürmektedir.
Tam burada anti-kahramanımız ev sahibi Fettah’a da değinmek gerekir. Madam Lena’nın evlerine hileyle sahip olmuş bir Kürt’tür Fettah. Yıllar evvel boşaltılan köyündeki evi yakılmıştır. Domino taşları gibi birbirinin üzerine devrilir kötülük ve kötülüklerin kökeninde ise daima iktidarların parmağı vardır. Madam Lena’lar kaybetmiş, Fettah’lar kazanmıştır görünürde. Ama Fettah’sa insanlığını kaybetmiştir. Romandaki insansı betimleme nedeniyle ona öfke duymaktan çok, zavallılığına acırız. Taşdemir, karakterlerine karşı son derece merhametlidir. Yazarın merhametini önemserim ben. Sanki bir yazar karakterlerine karşı nasıl davranıyorsa, size de öyle davranır gibi gelir bana. Elbette merhametse anlamaktan, nedenlerin nedenlerini anlamaktan doğar.
Romanın başından sonuna kadar kahramanımızın babası ölüm döşeğindedir. Ölmek için oğluna bir mektup yazarak yanına çağırmıştır. Ama oğlu yıllar önce bıraktığı yurduna bir türlü dönememektedir. Çünkü İthaki’ye dönemeyecek kadar sert bir mağlubiyet yaşamıştır. Aldığı biletlerin hepsi bir bir yanmıştır. Babanın Araftaki hali, oğulu da özetlemektedir. Yakup’un Yusuf’a duyduğu hasret vardır bu bekleyişte. Oysa Yusuf iç dünyasıyla kuyudan bile çıkamamıştır henüz. Aslında baba çoktan ölmüştür. Bir şey öğrenilmezse gerçek sayılmaz türü bir kaçış bulunur bu eve gidememe halinde. Belki onun bir bölümde söylediği gibi, gitmek de, gitmemek de ölüm gibidir. Ölüm ise arzulayıp da yaşayamamaktan kaynaklanır. Tıpkı Nevzat Çelik’in şu dizeleri gibi: “Ölümü özledim anne/ yaşamak isterken delicesine.”
Öte yandan, kahramanımızın hapisten yeni çıktığını belirtmiştik. Sabahını göremeyeceğinizi sandığınız nice gece geçirdikten sonra, durmuş bir saatin içinizde yeniden çalışmaya başlamasına benzer bu. Ama hayatla aranızda kapatılması zor mesafeler açılmıştır. Belalı geçmişinizin ve sabıkanızın sizi adım adım takip etmesi bir yana, pek çok konuda hayata karşı körelmişsinizdir. Örneğin hayatınızın ortasında olmanıza karşın karşı cinse dair hiçbir deneyiminizin olmaması bile büyük bir sorundur. Anlatamazsınız bile ve aslında bizi en çok da anlatmakta zorlandığımız şeyler anlatır. Kafka, cinsellik yaşamış bir erkekle, yaşamamış olanın bir olmadığını belirtir örneğin…
Romandaki kahramanımız da yayınevine ulaşan Hazin Hanım isimli bir okurun mesajından hareketle, ağlamayı anımsatan gülünç hayaller kurmaya başlar. Ama adı hayat olsa da, ölümle randevulaşmış başka bir karakterle kesişir yolu. Ona umutsuzca âşık olurken, hem kahramanımızın, hem de bizim içimizde onun hikâyesi de başlar, geçmişteki yasak aşkından dağlarda kaybolan küçük oğlu Wenda’ya kadar. Zaten birine âşık olmak demek, tüm yoğunluğuyla içimizde onun hikâyesinin başlaması demek değil midir? Aslında onun hikâyesi de aynıdır. Herkes mağluptur. Dinlediği hikâyelere para ödeyerek varını yoğunu harcayan ve sonrasında başkalarının hikâyesini dinleyerek hayatını sürdüren Hazin de, içerden çıktıktan sonra başka bir yol tutarak (para)kazanmayı amaçlayan Rüstem de, sol memesinin eksikliğini göğsünde bir uçurum gibi taşıyan Heves da mağluptur. Çünkü hepsi de haklıdır…
Bu sırada devreye edebiyat giriyor işte. Büyük büyük gerçeklerin bitip, kurguyla yaratılan dünyanın sınırında ötekini anlamaya başlıyorsunuz. Bu romanı yazar hayal etti, o halde gerçekten daha katmerli bir gerçektir. Bu sebeple edebiyat, mağlupların ana dilidir. Yalnızca edebiyat mağluplardan bahsedebilir. Yeri gelmişken belirtelim, romanda bol miktarda güçlü metaforla kurulan sürrealist bölüm var. İronik de diyebilirim. Çünkü baş aşağı şekillenmiş hayatı ve dili yeniden baş aşağı çeviriyor yazar. Devletin, toplumun ve her türlü iktidarın çarpık dilini ve zihnini paramparça ederken, insanın nasıl bir abuklaşma içine düşebileceğini yoğun ve şiirsel bir dille görünür kılıyor. Bir bakıma Derrida’nın yapıbozumunu içeriyor bu. Ki ona göre yaşamak durduk yere öğrenilemez, sadece bir başkasından ve ölümden bir şeyler öğrenebilir insan. Mağluplar’ı da bu gözle okumalıyız işte.
Öte yandan, Taşdemir’in kitaplarında, temaları kadar üslubu ve bakış açısı da imzası sayılır. Onun dünyayı bize yansıttığı kırık ve buğulu bir aynası var. Öyle ki o, bize bir panayır yerini bile anlatsa, son derece politik, son derece protest, son derece hüzünlü ve son derece kanatlı cümlelerden oluşan bir hikâye dinleyebiliriz. Değinilmesi gereken bir başka husus da onun, derinliği yüzeye çıkaran anlatımı. Bu yanıyla hikâye karaktere değil, karakterler hikâyeye neden oluyor. Tüm bunlar Mağluplar’da daha da belirginleşmiş. Bu sayede aldığımız haz, okumanın ateşleyici gücü oluyor. Ama bu roman kolay okunsa da, kolay hazmedilecek bir anlatı değil kesinlikle.
MAĞLUPLAR, Mehmet Taşdemir, Agora Kitaplığı, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder