Ahmet Büke'nin son öykü kitabı, Yüklük...
Anadolu'nun geleneksel ev kültüründe önemli bir yere sahip olan yüklük, konuklar için uykuluk yedek malzemenin depolanabildiği bir "yardımcı çevre". Evin yükünü taşıyan, odanın anlamını değiştirebilen rengârenk yorganların, yastıkların saklandığı alan.
Ahmet'in Yüklük'ü bu sene herşeyin iyi olacağına inanan anneler, savaştan yaralı dönmüş oğullarla, süngerli odalarda sesini duyuramayan tutuklu çocuklarla, başı baskı makinesinde ezilen çocuk işçi Ahmetlerle ve giden çocuklarla dolu. Yüklük'ün ilk bölümü Hâl’de, okuyanın ruhunun odaları hâlden hâle değişirken, yani hâl böyleyken, yazana kalan ikinci bölümde olduğu gibi yine edebiyat oluyor. Kitabın ikinci bölümü Bakiye'de Büke, BirGün Kitap Eki'nde de yayımlanan, yazarlarla konuşmalarını bir araya getirmiş.
Ahmet Büke'nin öykü evi, 90'lı yılların Türkiyesi'yle ve siyasi tarihiyle sonsuz bir diyalog ve hesaplaşma içindedir. Bu yıllarda Türkiye ekonomik olarak dışa bağımlılaşırken, politik olarak içe kapanmış, milliyetçi/ulusalcı muhafazakâr değerler ön plana çıkmıştır. 90'lı yıllar Körfez Savaşı'nın canlı olarak televizyondan izlendiği, ama ülkenin batısında yaşayanların doğusundaki çatışmalardan, işkencelerden, insan hakkı ihlâllerinden haberi nin olmadığı, gazetecilerin gözaltında dövülerek öldürüldüğü, faili meçhullerin faili meçhul olarak kaldığı, Madımak Oteli'nde insanların yakıldığı, cezaevi koşullarının iyileştirilmesi için ölüm oruçlarının başladığı bir dönemdir.
Ahmet Büke'nin öyküleri 90'lı yıllardan gelen yara izini hep taşıdığından, büyük toplumsal yıkımların ardından ortaya çıkan yıkıntı edebiyatına ilişkin unsurlara sahiptir. Büke'nin öyküleri, şiddetli bir insani değerler depreminden sonra yıkıntıların ardından gelen kırık dökük bir ses gibidir: Orda kimse var mı? Öykülerinde hep insani olanı arar. Bundan dolayı Büke'nin dilinin en belirgin özelliği insancıllığı ve anti-militarist yapısıdır. Kitabın ilk öyküsü, “Bu sene her şey iyi olacak”ta anne ve iki oğulun hikâyesi anlatılır. Annenin öğle yemeği yapmasıyla başlar öykü… Minibüs şöförlüğü yapan oğul ağabeyinin hikâyesini anlatır. Mevzilerine roket atılan ağabeyinin. Yazarın anlatımı öylesine insani ve çatışmadan uzaktır ki okurken tek dileğiniz hikâyenin iyi bitmesini istemektir. Öğle yemeği hazırlığıyla başlayan öykü akşam yemeği için kurulan sofrayla biter. Çünkü hayat devam etmektedir ve Büke’nin öykülerinde hayatı sürükleyen asıl güçlü karakter hep kadındır.
Yazarın öykü dünyası bir den’eylem alanıdır. “5 (Sünger Odalarda)” isimli öyküsü, ters-yüz bir öyküdür. Baştan ve sondan okumaya başlayabilirsiniz. Hikâye aynı kapıya çıkar. Çünkü yazar cezaevindeki çocukları konu almaktadır. Cezaevindeki insan hakkı ihlâllerindeki kısır döngüye biçimsel olarak da dikkati çekmektedir. “Her Şeyin Teorisi” adlı öyküsü ise devlet doğa ikiliğinden doğmuş gibidir. Evrenin sonsuzluğundan devletin köşeli yapısına uzanan öykü, kenardan Hotamış’tan başlar. Hotamış’a bir gemi kazasından çıkıp gelen angus sürüsü ile devletin imtihanını ironik bir dille anlatır. Öyküsünde görsel unsurlar kullanmaktan da geri durmaz.
“Giden Çocuklar için: Müfredat” isimli öykü Gezi Direnişi’nden sonra yazılmış olup, Direniş Öyküleri adlı derlemede de yer almıştır. Öyküde şiir sesleri duyulur. Önce Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı’ndan gelir sesler. Öykünün başlangıcında dünya giden bir çocuğun gözünden gösterilir. Çünkü, “Bilmek, başka bir görmek hâliymiş.” Sonra müfredata geçilir. Müfredatta, devlet(ler)in kalabalıklara karşı geliştirdiği yöntemler anlatılır. Müfredatı hazırlayanlar Ece Ayhan’dan Mor Külhani’yi okumuş gibidir: “Daire giderek büyümektedir. Kendince güzeldir, iç yakıcıdır. Kaç kişi varsa orada hepsi aynı anda âşık olmuş gibidir. En tehlikeli hâl esneme gibidir. Aşk sirayet eder. Dağılmak ölümden beterdir.” Ece Ayhan’dan Cahit Koytak’a uzanır öykü ve annelerin adalet isteği ile son bulur.
Ahmet Büke’nin öykülerinin biçem özelliklerine bakıldığında ilk dikkati çeken anlaşılır ve kısa cümlelerdir. Müzikten edebiyata geçen bir terim olan stakato tarzındadır anlatımı. Cümleler kısa, bazen kesik ama hep güçlüdür. Anlatımı anlaşılır olmakla birlikte çok anlamlılık taşıyabilir. Çok anlamlılıktan doğan mistik hava sözcüklerin arasına dağılır. Büke’nin dili usul usul söylemekten yanadır, bağırmaz. Hafifletme tekniğinden yararlanır. Çocuk işçinin ölümü anlatırken, “Yansın Çukurova!” demek yerine, “Adana Tutuşsun Ucundan” der. Ancak anlamı kaybetmez. Kesik, eksiltmeli cümleler kullanır: “Ankara'dan da anneme telgraf çekmişler: "Oğlan olursa Ateş..." Benim adım Ateş.” Ahmet Büke öykülerinde “Hişt, hişt!” diye yaşama/ı çağıran Sait Faik’in sesi hep duyulur. İki dünya savaşının arasından yazan Sait Faik nasıl yıkıntıların arasında yaşama yönelebilmişse, Ahmet Büke de öykülerinde o yolu arar.
Ahmet Büke, Yüklük’ün ikinci bölümünde John Fante ile, Vüs’at O. Bener ile, Sait Faik Abasıyanık ile, Platonov ile, Tina Modotti ile, Sevgi Soysal’la konuşur. Deneme ile öyküleme arasındaki “Bakiye” metinler, Büke’nin konuştuğu yazarlar ve sanatçılarla ile ilgili değerlendirmeleridir. Ancak Ahmet Büke, onları da kendisini de birer öykü karakterine dönüştürerek, değerlendirir. Hatta, Platonov’a Platonov’la ilgili görüşlerini açıkladığı bölümden sonra “Çok saçma ama devam et” bile dedirtir. Ahmet Büke’nin bu öykülemelerinde, yazarın edebiyata bakışı da saklıdır. Büke edebiyatı fildişi kuleye hapsetmez, onun için yaşama içkindir. Hiçbir yazarı kutsamaz, John Fante’yi Kumru Kamil’le meyhaneye gönderir. Kendi yazdıklarını da kutsamaz, annesi yanlışlıkla pantolonunun arka cebinde kalan yazılarını çamaşır makinesine atabilir. Belki bundan dolayı Büke, kalabalıklar içinde yalnızı değil, kalabalıkları da yazar, kalabalıklar içinde de yazar.
Yüklük de bu yüzden yeryüzünün acılarına, sevinçlerine, hüznüne, sıkıntısına bu kadar aşina.
Hişt, hişt! Anlatılan bizim hikâyemiz…
YÜKLÜK, Ahmet Büke, Can Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder