Joyce Carol Oates’in Acı Ülke’sindeki Bacaksız adlı uzun öykü şöyle başlıyor: “Nasıl karşılaştığımızı merak ediyorsunuz. Bizim gibi insanların.” Konuşan Jane Erdley adında genç bir kadın. Bir kütüphanede çalışıyor. “Bizim gibi insanlar” dediği, bedenlerin ve arzuların kabul görmüş konvansiyonel biçimleri dışında var olanlar. Jane Erdley’nin bacakları yok. Çocuk denebilecek yaşta geçirdiği bir kaza sonrasında iki bacağı da “dizlerinin üzerinden” kesilmiş. Jane şimdi protez ikameler ve koltuk değnekleri kullanıyor. Kötü mü? Biraz öyle gibi, biraz da değil gibi. Buyrun: “Koltuk değneklerimin üzerinde güçlüyüm, becerikliyim— spor salonundaki bir kız gibi bacaklarımı havaya savurabiliyorum! Koltuk değneklerimin üzerinde öyle inatçı ve insafsız bir yetkinlik sergiliyorum ki sizin yetenekleriniz yolda kalır.” Jane’in baştaki alıntıda “bizim gibi insanlar” dediği, bizler gibi olmayan insanlar. Bizler: Bedensel olarak klasik güzellik tanımının içine sığanlar. Tam olanlar. Bedenlerindeki erotik bölgeler gizli bir şebeke tarafından tanımlanıp belirlenmişler: Çoğunluk.
Jane Erdley ve hayatına girenlerse, farklılar. Tyrell Beckmann örneğin; sıradan, iki kız babası, evli bir adam. Dikkate değer hiçbir özelliği yok. Fakat Jane’e duyduğu arzudan konuşmaya başladığında, işin rengi radikal bir biçimde değişiyor: “Gülüyordun ve çok güzeldin —eteğinin hemen altında parlayan bağlarınla, koltuk değneklerinle— diğer kadınlar çok —çok— sıradandı ve hantal— onlar sadece yürüyorlardı. Sen ışıldıyordun ve sen uçuyordun. Parıldayan kızıl saçlarınla, güzel yüzünle sen ışıldıyordun ve (…) bayılacakmışım gibi hissettim, ardından bakakaldım, senin gibi birini hiç görmemiştim— senin yanında tüm diğer kadınlar dümdüz, bacakları hantal, ayakları çirkin.”
Bacaksız, bedene dair erotik imgenin tümüyle dönüştürüldüğü sarsıcı bir öykü. Kuir, tanımlarından birine tutunduğumuzda, öteki arzunun, tanımlanıp sabitlenmeye direnen öznelliğin, hep tanımlanmaya çalışıldığı yerin ötesine doğru uzanan varlığın kuramıysa şayet, ki öyle gibi görünüyor, Jane Erdley’nin tedirgin edici grotesk dünyası kuiri hem içeriyor hem de onu dışlıyor. İçeriyor çünkü Jane duymaya alışık olduğumuz bir hikâye anlatmıyor bize. Tuhaf, grotesk, tedirgin edici bir cinselliğin ve ona bağlı öznelliğin beklenmedik dili duyduğumuz. Çoğunlukla orta sınıf değerlerin, klasik beden ve güzellik algısının temsiline izin veren dil, Bacaksız’da, hiç ummadığı bir gerçekliğin içinde, karanlık bir yabancılaşmaya maruz kalıyor.
Ve bu dil, aynı zamanda, kuiri dışlıyor. Çünkü Jane reddedilen değil farklı bir bedensellikle tanımlanmış yeni ve daha yırtıcı bir kadınlığın sözcüsü. Sürekli olarak çelişkiler üreten fakat ürettiği çelişkileri tedirgin edici ve neredeyse imkânsız bir ironiyle çok içerden sahiplenen Jane’in sesi, hiç ummayacağımız kadar güçlü ve kendi merkezini arayan, bulduğu her seferinde ona sıkı sıkı tutunan bir ses. Kuirin altını boşaltmaya çalıştığı modernizmin köken, sabitlik, merkez gibi ontolojik kategorilerini ve cinsel kimlikleri oyun, temsil, tekrar, olumsallık gibi aşındırıcı kavramlarla düşünen post-modern mantığı kabul edebilecek mesafe yok anlatıcıda. Zaten bunu istemiyor da. Jane, bir şeyi yıkmıyor. Onu —hikâyenin bir yerinde ironik bir vurguyla alıntıladığı— yapı bozuma uğratmıyor. Kimliğin zeminini boşaltıp yersiz yurtsuzlaştırmıyor. O, verili dili zorlayarak orada yeni sabitlik bölgeleri, yeniden tarif edilmiş erotik uzuvlar oluşturuyor. Çünkü onlara ihtiyacı var.
Benim için kuir teorideki sorun, aşağı yukarı, biraz böyle bir şey galiba: Varlığın merkezinin boş bırakıldığı yerde sadece, oyun, oluş, şenlik gibi pozitif kavramlarla işleyen bu düşünsel şebeke, alt etmeye çalıştığı modernist katılığı ontolojik bir baygınlığa, bir çeşit zeminsiz savruluşa dönüştürürken, insan çocuğunun oyun ve oluş’tan fazlasına ihtiyaç duyduğu gerçeğini görmezden geliyor sanki— kurucu körlük diyelim. Oates’in bu noktada bir yüzey fetişi olan post-modernizmi, en önemsediği “kavramsal” araç olan bedenle sıkıştırmış olması tesadüf değil. Çünkü beden; “olay”ın kendisinde gerçekleştiği ve aynı zamanda olayın kendisi olan bu tuhaf fenomen, sadece kesintisiz bir yer değiştirme olan oluş’un değil, kendine bir konum seçip orayı bir süreliğine sahiplenen olay’ın da mekânıdır. Ve arzu, Bacaksız’da başka bir tanımla karşımızda çıktığı; yani beklenmedik ve dönüştürücü gücüyle dil aracılığıyla bir olay’a dönüştüğünde, özneyi de o sabit kararlılığın yüreğine çeker. Çünkü öznenin o an orada var olmak dışında başka bir seçeneği yoktur.
Joyce Carol Oates, Amerika’nın yaşayan en büyük yazarlarından biri. Daha önce Türkçede yayımlanmış bir dolu romanı ve iki hikâye kitabı daha var: Lanetliler ve Kalp Koleksiyoncusu. Oradaki öyküler de en az Acı Ülke’deki öyküler kadar karanlık, grotesk ve hiç ummadığımız bir biçimde politikler. Oates’in en belirgin özelliği, anlattığı hikâyeleri normalleştirmeden, tüm karanlıkları ve tuhaflıklarıyla, hatta o tuhaflıkları bazen sonuna kadar sömürerek anlatabiliyor olmasında. Örneğin Bacaksız’daki kesik uzuvların merkezde olduğu sevişme sahneleri bizler o sahneleri irkiltici bulmayalım diye değil, aksine tam da irkilelim, rahatsız olalım diye yazılmış sahneler. Genel ön yargıları devralmış —öykünün adına dikkat—, onların tüm arızi potansiyelini harekete geçiren bir dili var Oates’in. O kadar şahane bir biçimde politik doğruculuğa yüz vermiyor ki, sonunda ortaya çıkan şey, her türlü zorlama politik tavırdan çok daha sahici bir biçimde politik olabiliyor...
Acı Ülke’yi okuyun, çünkü bir kez daha, edebiyatın hem siyasetten hem de kuramdan daha fazlası olduğunu hatırlatacak size…
0 yorum:
Yorum Gönder