Sema Kaygusuz’un ilk oyunu olan “Sultan ve Şair,” hatırladıklarımız ve unuttuklarımızla sanki belleğin oyununu oynuyor bize. Sultan ve Şair karşılaşması, belleğin tüm kırılganlığını anlatmak üzerine kurgulanmış. Zamandaki buğu, Galata Köprüsü üzerindeki deniz havasının rutubetine saklanarak bir sızı yaratıyor yürekte. Anlıyoruz ki, her şey mızrağını şairin göğsünde unuttuğunu söyleyen bir Sultan’la başlıyor. Sonrasında aynı Sultan “Endülüslü Abbadi Meliki El Mutemid” olduğunu söylese de yitik tarihsellik duygusu, bir sızı olarak yaşanıyor okuyucuda. “Zehir sözlü” şairin, zamanında hükümdarlığını ilan eden asi bir “nankör” olduğunu bilmek; üst üste yığılmış tarihsel imgelerin ağırlığıyla sadece şairin oltasını ağırlaştırıyor. “Balık,” anlık olarak bildiğimiz unutkanlıklarımızın aslında nasıl da büyük olayların unutkanlığı olduğunun temsili gibi. Belleğimiz, temsille daha da kırılganlaşsa da, şairin Sultan’a sövgüsünde düğümlenir kalır tarih. Sultan’a seslenir şair, “hem piçsin, sevdiğim fahişeden doğma hem de evlat kadar yakınsın bana.” İşte kadınlığımızdır tarihin, belleğin, mitin kıskacında ufalanan. Ama hemen doğrultur bizi yazar, şairi perişan kılan balıkların ölümleriyle… Öyle değil mi? Ölgün bir tarihi yeniden anlamak gibidir kadınlık.
Sultan’ın, şairin peşinde olduğu bir kurguyla sahneler devrilirken “karanlığın” bilinmezlikle şimdiye, bugüne ulaşma gayreti ne de büyük bir cesaret ve gerilimdir. Hele “şık bir trençkotla” Sultan yeniden sahnede ise. Çağdaşlık dediğimiz bu şimdiki zaman deneyimi, trençkotlu bir Sultan’ı karşımıza çıkarsa da şairin melankolisidir, gerçeğin ne olduğu ve sabırla beklenilen balıklar. Öyle ya, şair, “en çok kaybolmak için geldiğini” söylediğinde Galata Köprüsü üstüne, Galata Köprüsü, dünya olup çıkmıştır; altıyla üstüyle. Üstünde, dalgınlar balık avlar; altındaki meyhanelere sarhoş olunmaya gelinir. Hiç kimsenin ayık olmadığı bir dünya gibidir Galata Köprüsü.
Tarihin her döneminde “şair” olan bir adamın yalnızlılığıdır bu dünya. Öyleyse, oyunda da “Türkçenin en tanınan” şairi Yüksel Sorgun, modern zamanların ironisi gibidir. Aynı çemberin içinde dolanan şairin yalnızlığı, değişen sultanların mızraklarının ucunda ya da ölüm fetvalarının dilindedir. Şairle, Sultan arasındaki gerilim, modern ile arkaik arasındaki gerilimin bir tezahürü olmasından öte aralarındaki gizil bağın aşikârlığıdır. Şair, “lüferin sızısını” dinlerken kutsalı, alemin kendisini çoktan anlamaya koyulmuştur. Tarihsel sorgulamalar sağaldıkça Sultan, Şair’e hayran bir okur olur. Sultan, artık bilmem kaçıncı yüzyıldan gelen bir halife değil, sıradanlığı ve dünyeviliğiyle şair Yüksel Sorgun’un şiirlerine hayranlık duyan sıradan bir okurdur. O vakit, yükselmenin, yücelmenin şaire meylettiği diyaloglarda “katı yürekli” kayıtsızlık, şairin gerçeği olur. Şairin yeteneği, şiirdeki mecazla hayatı yaşamasıdır; aynı anda sancısıdır. Kim ki “ben de şiir yazdım bak dinle!” dediğinde böylesi bir eşitlenmeye karşı Sultan olacağının melankolisidir. Ani, apansız bir kalabalık çıkagelir hayatına. Karmaşa, Sultan’ın şiirinin hikâyesi olan, tutkunu olduğu cariyenin başına indirdiği topuz gibi hayatına iner. Dünyası, “cariyenin güzelliği patlamış bir küre”nin misalidir. Şair yere devrilmiştir, gölgesiyle verdiği savaşın yenilgisi, iktidardan ve savaştan ettiği nefrettir de. Basitliğe ve sıradanlığa duyduğu arzunun yenilgisidir, söze yenikliği. Şiirin mecazının ihtişamına öfkedir onunkisi. Şair tüm yeniklerin tarihinde yerini aldığı gibi tüm yeniklerin de mezarıdır. Şairin öne doğru adımı, karanlığa, uçuruma yolculuğudur. Sema Kaygusuz’un yolculuğa çıkardığı okuyucular kadar oyuncuları da, insanın tarihsel dünyası içinde dünyanın bilgisine “söz”le ulaşmanın, kaybolmanın kendine özgülüğüne tanık olurlar. Yazar, iki adamın karşılaşmasına soktuğu kadınlarla, diyalog akışlarında öylesine büyük kesintiler yaratmaktadır ki, “sözün” büyüsüne, gücüne inanmamaya ne hacet…
0 yorum:
Yorum Gönder