Kuir [ing: Queer] teorinin ne olduğunu söylemek epey çetrefilli bir iş. Onu ilginç kılan reddettiği düşünme kalıpları üzerinden teoriyi anlamaya çalışıyor oluşumuz. Bu nedenle teorinin neliği üzerine söylenecek her söz, neye karşı olduğu ile yer değiştiriyor. Teorinin ilginçliği de buradan geliyor biraz, yani yerleştiği muhalif konumu sıkı sıkıya sahiplenip normali oluşturan her tür ana akım düşünme biçimini zehir zemberek eleştirmesinden.
1980’lerde heteroseksüeller, eşcinsel ve biseksüelleri aşağılamak amacıyla kuir terimini kullanmışlar. Sonra LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) bireyler benimsenmiş bu sözü, eylemlerde attıkları slogana taşımışlar. -Buradayız, kuiriz-buna alışın!- Zamanla kuir, bir nevi ıslah edilmiş ve içerdiği hakaret anlamının içi boşalmış.
Kuir’in, bir teori olarak olgunlaşmaya devam ederken, daha çok kimlik üzerine düşünce ürettiği bilinir. Teori, son otuz yıldır ilgili akademik alanların içinde yer aldı. Kuramın öncülerinden biri olan Butler, cinsiyet ve cinsel yönelimlerin (eşcinsel, biseksüel ve heteroseksüel) tanımladığı kimliklerin baskıcı olabileceğini yazdı, söyledi. Evet, ilk yıllarda akademik camiada belli bir ağırlıkta soyut bir kuram olarak yer alsa da artık, her yerde duyduğumuz, okuduğumuz bir kavram olduğu söylenebilir kuirin.
Son yazdığım cümleyle ilişkili olarak bağlamdan uzaklaşmadan iki örnek vermek istiyorum kısaca. 21. LGBT Onur Haftası’nda “Transfobi ve Çatışan Feminizmler” başlıklı panelde feminizmin trans bireyleri ne kadar kapsadığına ilişkin bir tartışma yürütülmüştü. Hatırladıklarımla kısıtlı kalarak şöyle diyordu aktivist Ankaralı Gacı, Gani: “Kadın mı? Feminist akımın içinde yer alan kimi feministler beni kadın olarak görmüyorlar. Bir türlü anlatamadım gitti, kadınım ben. Kadınlık için nelerimi verdim ben, bilmiyorlar. Benimle bazı konularda kadınlık yarışına girmesinler, arkada kalırlar!” Bu çıkıştaki hışmın -kimi feminist yapılanmalar içinde olması bir yana- kadınlık kimliğinin neliğine ve kimin kadın olup olmadığının bir başkasının insiyatifine bırakılmasına yönelik olduğu açık değil mi? Diğer örnek ise İstiklal Cadde’si üzerindeki LGBT Onur Yürüyüşü’nden. Cadde üzerindeki dükkânlardan birinde çalışan on dokuz yaşındaki erkek eşcinsele işvereni sorar: “Yürüyüşe katılmayacak mısın?” Ben, der genç adam, siz heteroların cinsel kimliğinizle ilgili yürüdüğünüzü görmedim, hayır katılmayacağım. Bu bakış açısı, kuirin kendini çattığı, postmodernist bir ifadeyle söylenecek olursa, kimliksizleştirme denilen ifadeyle örtüşmez mi? Her iki örneğin de gündelik yaşam pratikleri içine sinen kuir bakış açısının yansımaları olduğu açıktır.
Kuir teori, cinsel kimliklerin hiçbirinin doğal olmadığını söylerken cinsiyet ve ilişkili kimliklerin tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu, iktidarın söyleminden bağımsız düşünülemeyeceğinin vurgusunu yapmasıyla dikkat çeker. Cinsel kimliğin gelişimi, bu kimliklerin nasıl düzenlendiği ve bu kimlikleri taşımanın birey üzerindeki etkileri üzerine düşünce geliştirir. Kuir teorinin toplumsal cinsiyete karşı duruşu, kendini bu tür kimlik kategorilerinin dışarıda konumladığı perspektif açıkça değerli bir şey. Değerli olan herşey gibi savunulup korunmasını da kaçınılmaz olarak bizden talep eder.
Yourcenar, Alex ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı’nda toplumdaki zorunlu heteroseksüelliğin işlemediğini ve bu yüzden de birbirlerini istemeden acıtan Alex ve Monique’u anlatır. Alex, sıradan ahlâk öğretilerine göre yaşamayı beceremediğinden, hiç olmadı kendi belirlediği ahlâkla uyum içinde yaşamaya çaba gösterir. Bu yüzden de toplumsal ahlâkın temel ilkelerden arınırken vicdani kaygılarının etkisi altına girer. Yazdığı uzun mektubun sonunda dilediği af, eşini terk ettiği için değildir, uzun bir süre yanında kaldığı içindir asıl. Alex’in sesini hatırlayalım: “Hayat, Monique, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman. (…) Kelimeleri o kadar çok kişi kullanıyor ki Monique, artık kimseye uygun düşmüyorlar. (…) Halbuki farklı hayatlarda birbirine tıpatıp benzeyen iki olay yoktur, aynı hayatın içinde bile yoktur.” Kendisine eril pratiklerin dayatıldığı Alex, üstüne yapışan kültürel değerlerden bir bir kurtulmanın iniltisini duyurur yazdığı mektupta.
Kuir, bir farklılığın ortaya konulmasıysa eğer, Woolf’a bakılmalı. Woolf’un Dalgalar’ı gerçekçi roman geleneğinden kopuşun ilk örneklerinden biri. Romanda dış dünya, karakterlerin iç dünyalarında yer bulabildiği ölçüde verilir. Bu kitap için Woolf, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu olacaktı” der ve bilinçakışı tekniğinin de ilk örneklerinden birini yazar. Yeni bir gerçekliğin arayışıdır Wolf’un yaratısı. Kadının toplumsal kabullenmelerin içindeki konumunu sorgulayan Kendine Ait Bir Oda, kadınlığa ilişkin verili normların altını boşaltarak feminist edebiyat içinde başucu kitaplarından bir olur.
Hiç istemese de, kendi seçimi dışında yalnız kalan bir adamının hikâyesini okuduğumuz Isherwood’un Tek Başına Bir Adam’ı; toplumsal baskılara direnemeyen bir adamın yaşadığı eşcinsel ilişkiyi bırakıp güvenli hayat sürmek için eski kadın sevgiliye sığınmasının getirdiği mutsuzluğu okuduğumuz Baldwin’in Gioavanni’nin Odası; orta sınıftan eşcinsel bir erkeğin cinsel teması içermeyen kendi sınıfından bir adama duyduğu platonik aşkın anlatıldığı Maurice… Forster’in ölümünden sonra yayınlanmasını istediği bu kitapta Maurice, alt sınıftan bir adamla seks yaparak hem kendi cinselliği hem de sınıflar arasındaki farkla yüzleşecektir. Bu kitaplar dışında, Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları; Cunnigham’ın Dünyanın Sonundaki Ev ve Saatler’i; J. Genet’in Hırsızın Günlüğü, Denizci ve Çiçeklerin Meryem Anası; Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü; Vidal’in Kent ve Tuz’u; Palahniuk’un Görünmez Canavarlar kitapları eşcinsel edebiyat içinde yer alan kitaplar arasında. Bu kümede yer alan kitapların hemen birçoğunun ortak noktası, cinsel yönelimleri farklı olsa da heteroseksüelmiş gibi davranmaları yönünde dayatılan toplumsal normlar altında bir çıkış arayan karakterlerinin olması. Bize ulaşan eserler kadar ulaşmayan metinlerin de olabileceği bilgisi nedense şaşırtmıyor. Eşcinsel arzuları ya da ilişkilerine ilişkin kayıtları, yazıları yok edilen ya da gizlenen yazar ve düşünürlerin olduğunu Baird’in Cinsel Çeşitlilik kitabından öğreniyoruz: E. Dickinson, T.S. Eliot, Wittgenstein, Lorca söz edilen yazar ve düşünürlerden birkaçı sadece.
Edebiyata yansıdığında anlatının gramerini sekteye uğratması, köken olarak da biçimciliği reddetmesi beklenir kuirden. Verili olan anlatım biçimlerini bir kenara bırakıp, kendi biricikliğiyle yeni bir insan yaratımının olanaklılığını zorlar. Böylesi bir yazma pratiğinin içinde yer edinen çok anlamlılık, iktidar ya da çağın yazma biçimleri tarafından desteklenen kültür içindeki birleştirici eğilimlere karşı da mücadele eder. Bu mücadelenin bir ucu Bahtin’in çokdillilik, Kristeva’nın metinlerarasılık dediği kavramlara da yaslanır. Yıkıcı ve deşifre edici bir dildir oluşturulmaya çalışılan, ikili karşıtlıkların tümüne birden –erkek, kadın / eşcinsel, heteroseksüel / normal, anormal-, özellikle de birinin bir diğerine karşı daha baskın olduğunda eleştirmekten çekinmeyen bir dil kuracaktır kuir. Sözünü etmeye çalıştığım şey, verili olan yazma pratiğine karşı bir başkaldırı. Bir tür yeni bir dil yaratma çabası edebiyatta, ayrıca yeni bir insan yaratma çabası da.
0 yorum:
Yorum Gönder