Toplumsal hareketler, Türkiye’de çok fazla önemsenmeyen ve her zaman kurumsal muhalefetin arkasında kalmış bir alan. Partinin ya da sendikanın öncülüğünde yürütülecek muhalefetin daha etkili olacağına olan inanç ya da bunun tarihsel birikimi ile hareketler, sadece kurumsal olana destek vermekle yükümlü bir alt-alan olarak görüldü. Sadece toplumsal mücadele tarihimizde değil akademik çalışmalarda da bu alanı çok önemsediğimiz söylenemez. Bu konuda, 1968’i Avrupa ve Amerika’dan farklı yaşamış olmamızın etkisi var tabii. Onunla birlikte, bugün hala izlerini gördüğümüz devlet kültü, güvenlikçi bakış açısı, dış mihrak paranoyası, en iyisini biz bilirizci lider sultası da etkili. Böyle olunca, lidersiz, yatay ilişkilere dayanan, özgürlüğü temel alan, anti-otoriter kalkışmalara çok aşina değiliz; bu tip durumların nasıl analiz edileceğini de pek bilmiyoruz. Gezi Parkı direnişi, bu durumun somut göstergesi oldu. Gezi Parkı deneyimi, tabii ki otoriterliğin 21. Yüzyılda olabilecek her türlü kanalını kullanan iktidar için çok sarsıcıydı; ancak aynı şekilde eski sol alışkanlıklarımızın ve bildi muhalefet tarzını ötesine geçmek için Türkiye solu adına da öğretici oldu. Türkiye solu, hareketi ve örgütsüz bir muhalefeti daha fazla önemsemesi gerektiği gördü.
Bu tarz bir muhalif anlayış 2000’li yılların başından beri küresel çapta yükselen bir dalga. Küreselleşme-karşıtlığı bu mücadelenin genel adı; yerel sorunlarla küresel dönüşüm arasındaki bağlantının kurulması temel düşünce. Toplumsal hareketin bu yöndeki değişimini inceleyen genç bir akademisyen olarak, teorik alanla Türkiye’deki pratiği eşleştirebilmek oldukça güçtü. Seattle-Prag-Genova buluşmalarından bu yana gelişen ve Sosyal Forum’larla ilk 10 yılı içinde yeni bir biçim alan bu gidişatı, “Sosyal Forum’dan Öfkeliler’e” başlıklı kitapta incelemeye çalıştım. Esasen doktora tezime dayanan bu çalışmada, küçük çapta değiştirerek 2011 sonrası gelişmeleri ve Türkiye’de neden yankı bulamadığını kısaca ele aldım. Arap İsyanları ile yeni bir değişim sürecine giren, Avrupa ve ABD’de Öfkeliler ve İşgal Et hareketleri ile büyüyen toplumsal hareketlerin yükselişi, birkaç yıl gecikmeyle daha yeni yeni Türkiye’de hissediliyor. Böylece Türkiye’de dar bir alana sıkışan siyasal ilişkilerin ve özellikle muhalefetin yeni bir bakış açısı geliştirmesinin imkanları artıyor. Çünkü uluslar arası örneklerde olduğu gibi, hareketler sadece iktidarları değil onu yeteri kadar eleştiremeyen muhalefeti de hedef alıyor.
Gezi Parkı direnişi yeni nesil toplumsal mücadelenin birebir bir örneğiydi. Gezi Parkı’nın gösterdiği gibi, artık yerel meseleleri küresel olandan bağımsız düşünmek mümkün değil. Çünkü, daha fazla demokrasi, bireylerin kendi sözlerini söyleme arzusu, küresel çapta yükselen arayışlar. Toplumsal hareketle de bu arayışların somut yansımaları. Sıradan vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını çektiği, çoğu zaman ne istediğini ortak bir noktada buluşturamayan ama ne istemediğini bilen bu kitleler öncelikli olan siyasal iktidarın değişiminden önce yaşam tarzı ve gündelik hayattır. Yaşamsal olanın önemi, siyasal olanın önündedir ve bu ilişki içinde yaşamsal olan siyasallaşır. Bunu biyoiktidar ve karşısında kurulan biyopolitik kavramları üzerinden Hardt ve Negri son 10 yılda ortaya koydukları üçleme ile (ve buna ek olarak yazılan Duyuru metniyle) ortaya koymuşlardı. Bu mücadele alanı, iktidarların kontrol etmeye çalıştığı her noktadan yeniden türetilebilir ve geliştirilebilir. Bu açıdan gündelik hayat pratikleri önem kazanıyor. Asaf Bayat’ın “hareket-olmayan toplumsal hareket” diye kavramsallaştırdığı ve bize de benzer Ortadoğu toplumlarının harekete geçiş tarzını ele aldığı bakış açısı da bu noktada önemli. Bayat, bu süreçlerde, pasif ağların aktif ağa dönüştüğünü söyleyerek, hareketlerin aslında olmayan değil de yok gibi görünen gizil güçlerin açığa çıkması olduğunu söylüyor Sokak Siyaseti kitabında. Gündelik ilişkilerin geliştirdiği bu gizil güçlerin, kentin açık alanlarında yeniden üretilerek siyasal bir biçime dönüştüğünü görüyoruz. David Harvey de kent ve muhalefet ilişkisinin bilirkişilerinden olarak, Türkçe’ye yeni çevrilen Asi Şehirler kitabı ile bugünü anlamayı kolaylaştırıyor.
Bu teorilerin Gezi Parkı direnişinde yansıma bulduğunu söyleyebiliriz. Küresel çaptaki analizler ve değişimler, tarihsel ve sosyal birikimleriyle bizi de kuşatıyor. Örneğin, 1968’in o dönemin gençliğini ve savaş görmemiş neslini harekete geçirmesi gibi, 2000’lerin hareketleri ve doğal olarak Gezi Parkı direnişi de gençliğini 1980 sonrası doğumluları ve en çok da bugünün üniversite gençliği olan 1990’larda doğanları sokağa döktü. 1968’in geçmişten kopmaya çalışıp yeni bir arayış içerisine giren ve bunu da daha çok Marx’ın ilk dönem eserlerindeki yabancılaşma kavramından türeten gençlere göre bu dönemde onları teorik olarak besleyecek kaynakları işaret etmek zor. “Kahrolsun bağzı şeyler” sloganı da bunu özetliyor. Gündelik hayatında, çevresinde bazen doğrudan bazen dolaylı deneyimlediği pek çok ufak tefek şey bu yeni nesili sokağa döken nedenleri oluşturuyor. Bu açıdan, bütünle değil parçayla ilgilendikleri için postmodern dönemin özelliklerini taşıyorlar. Politik olup olmadıkları konusunda kararsızlar; aslında bunu pek de umursamıyorlar. Siyasetle aralarına “ironik bir mesafe” koyduklarını söylemek mümkün. Mustafa Kemal’in yerine “Mustafa Keser’in askerleri” olmak onlar için daha cezbedici; çareyi Sarıgül’de değil Drogba’da aramak da öyle!
Bu ironi, eski solun da kolaylıkla benimseyebileceği bir nokta değil. O yüzden Gezi Parkı ile Taksim alanı arasında bir ayrım çizmek hem bizim için hem de 11 Haziran’daki polis müdahalesinde kolay oldu. “Gezi’ye müdahale etmeyeceğiz”, derken parktakilere “siz ideolojik değilsiniz ve olmayın” demek istedi siyasal iktidarın sözcüsü Vali; bunda kısmen başarılı oldu. Yeni dönemin ötekileştirme ya da şeytanileştirme kavramlarından “ideolojik” ve “marjinal”, bu eylemde yine en çok duyduğumuz kelimelerdi. (15 gün içerisinde, eski dost “dış mihrak” da devreye girdi!) Siyasal kimliği henüz oluşmamış bir hareket için bu ayrımlara kulak kabartmak zor olmadı. Eski alışkanlıkların bu “korku”yu destekleyip yeni neslin hareketine ters düştüğünü de söylemek yanlış olmaz.
1968’ten 2000’lere yaşanan değişim, siyasal olanın sadece kurumsal ilişkilerde değil toplumsal hareketlerde ifadesini bulan gündelik ilişkilerde ve somut konularda yattığını gösteriyor. Öne çıkan katılım, sivil toplum kavramları daha radikal şekilde ele alınırken kapitalizmle birlikte demokrasi de sorgulanıyor. Türkiyeli hareketlerin de bu değişimi yerel düzeyde uygulamak konusunda farklı deneyimlerden öğrenme konusunda hevesli olması gerekli.
Interview with Todd May [Issue 13]
-
*"To Form a Wall of Resistance"*
*An Interview with Todd May*
*Sercan Çalcı*
“*There are those who will claim that in our authoritarian period ...
0 yorum:
Yorum Gönder