On bir yıllık tek başına iktidar süreci, pek çok ilki de beraberinde getirdi. Kamu mimarisini, sağlık ve eğitimi yeniden düzenleme, emek piyasasını ekonomik olduğu kadar ideolojik öğelerle disipline etme, vb. Ama en önemli ilklerden bir tanesi, özgüven ve karizmatiklik eşliğinde beliren AKP’nin siyasal dili oldu. AKP’nin temel dinamiklerinden birisi, proaktif dış siyasetin de önemli bir unsuru olan özgüvendir. Özgüvene dayalı iç ve dış siyaset AKP’yi besleyen ve büyüten öğe olmasının dışında, kitlelerin AKP’ye bakışını şekillendiren bir öğedir. 12 Eylül Referandumu sürecinde askeri vesayetle yahut devletin derinliklerindeki çetelerle mücadele edeceklerini duyurduklarında, bu özgüveni de işletmişlerdi: AKP’nin devlet aygıtlarını işletme kapasitesinin yanında önemli bir siyasal aktör olduğunu, bir nevi rüştlerini ispatlamaya koyulmuşlardı. Özgüvene dayalı siyaset, Başbakan Erdoğan’ın “karizmatik liderlik” özelliğiyle birleştiği ölçüde AKP’nin erişim alanlarının sınırlarını genişletiyordu.
Söylemsel Mücadele
Başlarda herkesi kucaklayan ve hâkim siyasetin çeperlerinde kalanların taleplerini seslendirir görünen siyasetin dili “mağduriyet” dönemini, üçüncü kez iktidara gelişlerinden sonra “ileri demokrasi”ye bıraktı. Hukuki mekanizmaların tüm kritik noktalarını AKP’nin komutasına veren Referandum ile birlikte Andreas Kalyvas’ın deyimiyle “hukuki otoriteryan” bir evre başladı ve bu evre “ileri demokrasi” ile maskelendi. Sadece bu dönemde yüzlerce gazeteci, avukat, öğrenci ve muhalif düşüncelere sahip kişiler tutuklandı, binlercesi gözaltına alındı, haklarında soruşturma açıldı. Bu gidişatı özgüven ekseninde kodlayan AKP kurmayları ve özellikle Erdoğan’ın danışmanları, siyasal dilin tonunu daha da sertleştirdi. Basit bir kronoloji yaparsak, Erdoğan 2010 yılından itibaren değişik konularda 12 defa çeşitli özel ve tüzel kişileri “vatana ihanet”le suçladı. Roboski sonrasında başta BDP’nin ve solun tutumunu “nekrofili/ölü sevicilik” olarak değerlendirdi. Alkol yasağı düzenlemesi için geçmiş siyasi figürlere “ayyaş”, alkol alanlar için “kafası kıyak” dedi. Gezi Parkı eylemlikleri için “çapulcu” ve “alçak”, Gezi Parkı mekânı için “sidik kokuyor” dedi. Erdoğan siyasal hasımlarını pejoratif içerikli sıfatlarla tanımlayarak, kendi tabanına hedef göstermenin yanında, kamuoyu önünde itibarsızlaştırmaya çalıştı. Dikkat edildiğinde her sıfatlandırma, belli ölçüde hükümete getirilen eleştirinin altında yatan nedenler kümesini de gizlemeye yönelikti. Erdoğan’ın Gezi sürecinde ısrarlı bir şekilde ağaç dikimi üzerinden siyasal muhalefeti karşılaması buna örnek gösterilebilir. Ancak uzun zamandır yürütülen “hardcore” siyasal dilin yöntemsel bir karşılığı bulunmaktadır.
Fredric Jameson, siyaset arenasında tanık olunan ideolojik söylemlerin karşılaşmasından farklı olarak yeni bir yöntemin revaç kazandığından bahseder. “Söylemsel mücadele” olarak tanımlanan bu yöntem, siyasal cenahların olgun bir tavır takınarak ve siyasal etik çerçevesinde rakiplerinin savlarının/suçlamalarının çürütülmesinden farklıdır. Burada Erdoğan’ın Gezi protestocularını “çapulcu”, “alçak” olarak tanımlamasındaki gibi incelikli bir ideolojik mücadeleye girmeden tüm muhalefeti küçük düşürmeye dönük söylemler geliştirmesi esastır. Söylemsel mücadeleyi bu şekilde hâkim burjuva siyaseti içinde yürütmek aslında yeni değildir. Hatırlayacak olursak Türkiye’de ve dünyada soğuk savaş döneminin kontr- siyasal dili komünizmle “eşlerini paylaşıyorlar”, “allahsızlar”, “servet düşmanları”, vb. şekillerde “mücadele” etmiştir. Bugünün siyasetin yeni olan, demokrasi söylemi eşliğinde “mücadele” edilen bu dilin, çaresizlik sonucunda yeniden diriltilmesidir.
Nevrotik rekabet
Yaklaşık kırk yıl öncesinin dilinin geri çağrılmasında söylemsel mücadeleye paralel gelişen ve temelini teşkil eden siyaseten nevrotik rekabet durumu bulunmaktadır. Karen Horney’e göre “nevrotik rekabet”, kıyaslama, eşsiz olma, düşmanlık hissiyatı şeklinde başlıca üç özelliğe sahiptir.
Kıyaslama, hiç gerekli olmasa bile veya farklı kulvarlarda yer alsa dahi sürekli mukayese etme/edilme düşüncesini şart koşar. Erdoğan’ın Taksimde toplanan kitleyi işaret ederek “bir milyon kişi toplarım” ya da “birkaç çapulcu” çıkışları kendi tabanları ile muhalefeti doğrudan kıyasladıklarının emaresidir. Buna bağlı olarak mukayese sonucunda ya üstüne gelinecektir ya da diğer rakiplerinden ayrıksı olunarak eşsiz olma hali sağlanmalıdır. Erdoğan’ın Kazlıçeşme’deki mitinginde “Böyle bir başbakanı dünya görmemiştir” sözünün arkasında, geçmiş icraatları ile Gezi sürecinde aldıkları kararına duyduğu özgüvenin izleri bulunmaktadır. Üçüncü ve son özellik düşmanlık duygusudur. Burada rekabetin içerdiği hırs ve bireycilik anlayışı açığa çıkar. Burjuva kültüründen de beslenen bu safhada, rakibin sadece rakip kategorisinde yer alması bile öfkenin yıkıcılığa dönüşmesine yol açar. Erdoğan’ın Gezi eyleminin sonlandırılmaması üzerine Ankara’da yaptığı “Eylemi bitirin yoksa anladığınız dilden konuşuruz” açıklaması, devletin baskı aygıtlarını göreve çağırmasına ilaveten, uluslararası siyasal ve ekonomik arenada siyasal iktidarın dokunulmazlığını kıran eylemlere/eylemcilere duyduğu öfkenin cisimleşmesidir. Bu öfke, polis kurşunuyla öldüğü ispatlanan Ethem Sarısülük’ün arkasından polis için “Kalkıp da kurşun attı mı, silah kullandı mı? Yok. Şiddet uygulayan teröristler, isyancılardır.” açıklamasını başbakana yaptırabilmektedir.
Bir parantez açarsak -nevrotik rekabet bağlamında- Erdoğan’ın “meslek olarak siyasetin” haricinde süreci kişiselleştirdiği, Taksim Dayanışması ile yaptığı toplantıda ortaya çıkmıştır. Dayanışmadan gelen “Keşke polis şiddetinden dolayı özür dileseydiniz” ricasını “Bunlar konutumun önünden geçerken hep bir ağızdan ölen anneme küfür edip duvarlara yazdılar.” yanıtıyla karşılamıştır. Bu açıklama hükümetin tutumunda yapısal ve öznel tarafların olduğunun bir göstergesidir. Ne var ki figürlere endeksli öznel faktörlerin artışı, AKP’nin tabanına ulaşırken kullandığı dilin pürüzleşmesini kaçınılmazlaştırmıştır. Örneğin Taksim’de eylemlere destek veren pek çok türbanlı kadın, Erdoğan’ın Gezi sürecini türban aracılığıyla maniple etmesine karşı itirazlarını dillendirmiştir. Ya da AKP’ye oy verdiğini söyleyen pek çok kişi, polisin kullandığı aşırı güç/gaz kullanımı sonucunda üç kişinin yaşamını yitirmesi, onlar kişinin ağır yaralanması ve kör olması nedeniyle hükümeti eleştirmektedir.
Kaçınılmaz son
AKP’nin yörüngesinde dönen üstyapı memurlarının bile rızasında çatırdamalara yol açan, diplomatik düzeyde atışmalara kapı aralayan Gezi Parkı eylemlikleri, AKP’nin siyasal meşruiyet krizine girdiğini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle AKP’ye ve başbakana “sağduyu”, “uzlaşı”, “tolerans” çağrısı yapan hegemonik entelijansiyanın sözleri bile AKP bünyesinde rahatsızlıkla karşılanmaktadır. Dış kabuğunun kolluk gücü şiddeti, çekirdeğinin söylemsel mücadele ve nevrotik rekabetle tesis edildiği özgüvene dayalı siyasetin kırılması artık başlamıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder