Lewis Carroll’ın Through the Looking Glass’ında, Alice’in Humpty Dumpty’ye ‘slithy’ sözcüğünün ne anlama geldiğini sorduğu yerde Humpty Dumpty tarafından verilen yanıt oldukça ünlüdür: “Eh! ‘Slithy’, ‘lithe ve slimy’ [kolay eğilip bükülen ve sümüksü] anlamına geliyor. ‘Lithe’ ‘etkin’in aynısıdır. Görüyorsun ya, bu sözcük bir portmanto gibi – bir valize konulur gibi tek bir sözcüğe yerleştirilmiş iki anlam”. Finnegans Wake’de, bu türde sözcük kullanımı çok daha yoğundur, fakat Ulysses de yazıdaki ‘sözün’ ritimlerini yakalamaya girişerek, fonetik yazma tarzının yanı sıra kaynaşıklığı da üstlenir. Bu olgu, Agamben’in Joyce’un kitaplarını ‘dilin monologu’ olarak tanımlamasının zeminini oluşturmaktadır. ‘Bilinç-akışı’ monologdan, dilden başka bir gerçekliğe sahip değildir. Dil, kendi kendisiyle konuşmaktadır.
Joyce’un edebiyat tarihindeki Devrimini de belki dille ilgili bu konumda aramak gerekir. Joyce’un ‘dil’i, deneyimle dolamamaktadır ve bu nedenle bu dilin başka bir eklemlenme mantığı vardır. Bu dilin okunmaz oluşu, okurları bir şifre çözme sürecine, bir anlam arayışına itmektedir. Pek çok yorumcu, bir haritayı (zaman, mekân ve karakterler) yeniden inşa etmeye ya da bir sembolik birlik çerçevesi üretmeye girişmiştir. Öyle görünmektedir ki böyle davranarak, yalnızca anlam ile düzenin olanaklı olduğunu değil, ayrıca bunun arzulanır bir şey olduğunu da ileri sürmektedirler. Bunun en ünlü örneklerinden biri, Joyce’un dilindeki ‘biçimsizliğe’ bir biçim vermek adına, Homeros’un Odysseia’sına yapılan başvurulardır. Ulysses adının, Homeros’un Odysseia’sının başkişisi Odysseus’a Romalıların verdiği isim olduğu ve Leopold Bloom karakterinin de kaynağını oluşturduğu, Odysseus’un yirmi yıl süren epik yolculuğuna karşılık Bloom’un yolculuğu bir gün sürse de, her iki karakterin de dönüş sırasında benzer şaşırtmacalarla ve düşmanlarla karşılaştığı zaten bilinmektedir. Ayrıca buna, Joyce’un, her ne kadar kitabın baskısından çıkarmış da olsa, kimi dostlarına vermiş olduğu ‘şemalar’ın Odysseia’nın kurgusundan alınmış olduklarını da eklemek gerekir. Böylelikle, yukarıda sözü edilen yorumların güçlü dayanaklarının bulunduğu açıktır; fakat bu yorumlar, Joyce’u gönderen-gönderilen bağlamındaki klasik dil görüşünün ufku içerisine yerleştirmekte ve böylelikle Joyce’un yapıtını, bir olay oluşundan uzaklaştırarak ele almaktadırlar.
Dilin monologundan söz ediliyorsa, dilin nesnesi bir gönderilen ya da hatta bir gösterilen olarak değil de dilin kendisi olarak okunmalıdır; Joyce’ta anlamlama örüntüsü çöktüğü, sözcükler anlamlamayı keserek kendileri hakkında konuşmaya başladıkları zaman dil kendisine yaklaşabilmektedir. Dilin deneyim tarafından doldurulmuş boşluğundan deneyimin çıkarılması, söz konusu ‘boşluğu’ açar ve bu açıştan sonra, söz konusu ‘boşluk’, ötesine uzanmamız gereken bir şey olarak konumlanır. Joyce, dili gösterici-olmayan olarak sunmak yoluyla, okurlarını, anlamı değil ortamı sorgulamaya itmektedir. Örneğin karakterler arasındaki karşıtlıklar (Stephen Dedalus-Buck Mulligan karşıtlığı ya da Stephen Dedalus-Mr. Deasy karşıtlığı vs.), aslında, anlatı tarzları arasındaki karşıtlıklardır ve Joyce karşıt anlatılar aracılığıyla, gerçekçi kurguya egemen olan anlatıcının her-şeyi-bilen ve dolayısıyla da kadir-i mutlak konumunun altını oymakta, böylelikle de sözün uçuculuğuna ve karmaşıklığına uygun bir denkliği bulunmayan yazının egemenliğine meydan okumaktadır. Fakat salt bununla da kalmamakta, dilin özneler arasında açığa çıktığı haliyle gerçekleşimine, yani söze de meydan okumaktadır. Genel olarak dil (langage ve langue) söz konusu olduğunda, sözün bunun içindeki yerinin ne kadar da küçük olduğunu ortaya koyuvermektedir. Sayısız, sonsuz imgelerden ve simgelerden oluşan bir uzamda, insanın işitilebilir ve anlaşılabilir sözü ne kadar da az bir yer kaplamaktadır!
Joyce’un anlatıya ve dile müdahalesi genellikle sözdizimsel eksenden hareketle ele alınmış ve böylelikle de Joyce’un anlatıcının konumunu iptal etmeye dönük girişimine rağmen Joyce anlatıcı olarak düşünülegelmiştir: Dilin seçimsel ekseninde işleyen ve sözdizimsel ekseninin mantığını değiştiren, hatta tersine çeviren bir anlatıcı olarak. Bu da elbette dilin seçimsel veya paradigmatik ekseniyle sözdizimsel ekseninin iki ayrı çizgide işlemekte olduğu biçimindeki yanlış kabule dayanmaktadır. Dilin sözdizimsel eksenine yapılan her müdahale paradigmatik eksende de karşılığını bulur ve tersi de geçerlidir. Bu nedenle Joyce langue içerisinde söz alarak sözün sınırlarını değil, gerçekte söz almayarak dilin sınırlarını zorlar. Ya da daha doğru bir ifadeyle, söz almayış, dilin zorlanmasına ve abuklamasına yol açar. Abuklamanın belirdiği yerde açığa çıkan şey, insanın deneyimi değil, dilin deneyimidir.
Dilin kendi deneyimi, ne yazma düzeyinde ne de anlatı düzeyinde deneyime yer bırakmaz. Dil çatallanır, söz kayar ve bizden kaçar. Bu başarısızlık uğrağında açığa çıkan şey bilinçdışıdır. Elbette yazarın ya da karakterlerin bilinçdışı değildir söz konusu olan. Bunu açık kılmak için Ulysses’te söylenen, söylenmeyen ve söyleyen bağlamında en azından iki düzeyi birbirinden ayırmak gerekir. İlkin karakterlerin söyledikleri vardır, fakat Joyce onların söylediklerini söylemedikleri bir yığın şeyin içerisine yerleştirir. İkinci olarak da Joyce’un yazar olarak söyledikleri vardır ve o, söylediklerinin nasıl bir söylenmeyen evren içerisinde konumlandığını okura anlatı içerisinde sunar. Bu iki düzey, birbirini olumsuzlayarak ilerler. Karakterlerin konuşmaları, birinci düzeyde ele alındıklarında söz (parole) olarak belirir, fakat ikinci düzeyde ele alındıklarında, tam da sözü iptal etme işlevini üstlenirler. Böylece karşı karşıya olduğumuz şey dilin sürekli bir hareketidir.
Joyce’u anlamadığınız duygusuna kapılabilirsiniz; önemsemeyin, çünkü Joyce imzalı metinler, bu sürekli hareket içerisinde, sizinle değil, bilinçdışınızla konuşmaktadır.
0 yorum:
Yorum Gönder