Jacques Derrida, Ulysses’i değerlendirirken, Joyce’un romanının Batı düşüncesinin gelip dayandığı sınıra işaret ettiğini söyler. Derrida’ya göre, felsefede Hegel’in Fenomenoloji’si ne ise, edebiyatta da Ulysses odur: Yani insan deneyiminin tümünü tek bir solukta ifade etmeye yönelik “devasa bir teşebbüs”tür.
Bana kalırsa Derrida bunu söylerken, Ulysses’in saygıdeğer bir çabanın ürünü olduğuna işaret etmekle beraber, bu romanda delice bir şeyler olduğunu da ima ediyordu. Sonsuz çağrışımlar, sayısız gönderme ve anıştırmalar, akıllara zarar kelime oyunları ve dilsel cambazlıklarla dolu bu roman, gerçekten de aklı başında birinin (mesela Henry James’in) yazacağı türden bir kitap değildir.
Aslına bakarsanız Ulysses, insanın ancak çocukken sahip olacağı türden bir inadın ürünüymüş gibi gelir bana hep. Romanın tümünde, bir yeniyetmenin yalnızca dünyaya dair her şeyi kayda geçirme hevesi değil, günbegün uğraşarak oluşturduğu bu hayat ansiklopedisiyle duyduğu gurur da hissedilir. Futbolcu kartlarını, çocuk dergilerini, dünya atlasını, gazoz kapağı koleksiyonunu önümüze serer gibi davranır bazen, Joyce. Bütün o oyunculuğu ve mizah duygusu da bence bu çocuksu (“her dem taze” mi demeliyim?) heyecanından gelir. Her olasılığın peşinden koşar, her ayrıntıyı açıklamaya çalışır ve kimi zaman sonsuz gibi görünen listeler ve kataloglarla sabrımızı denemeye kalkar.
Elbette Ulysses bütün bunlardan ibaret değildir. Bir başka açıdan baktığımızda, müthiş incelikli, ölçülü ve yer yer neredeyse lirik bir metinle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ancak, Joyce’un romanında, dünyanın tümünü aynı anda anlamak ve bilmek isteyen açgözlü bir anlatıcının varlığı inkar edilemez. Bu anlatıcı, bizimle durmadan oynar ve metnin sınırlarını zorlar. Aslına bakılırsa, aklın sınırlarını da zorlar – ki herhâlde Derrida’nın da kastettiği budur.
Joyce’un romanında, dünyanın bütün tecrübesini bir bütün olarak ifade etme arzusuyla birlikte, bunu yapmanın olanaksızlığı da dile gelir. Dünya bunun için fazla büyük, fazla zengin ve fazla karmaşıktır. Onun için, bu çabanın yazıya dökülmesi bile romanı komik bir roman hâline getirmek için yeterlidir. Sonsuz bir arzuyla dünyayı yeniden ve yeniden kataloglayıp tanzim etmeye çalışan bir anlatıcı ile, kendini bir türlü ona teslim etmeyen dünyanın ilişkisi gülünçtür çünkü. Joyce bunu kazara değil, bilerek yapar gerçi. Bu çabanın altını çizerek onun olanaksızlığını bir kez daha göstermek ister bize.
Gerçekçiliğin ne olduğu sanatta her zaman tartışmalı bir meseledir. Picasso’nun bile kendisini gerçekçi bulduğu düşünülürse, son tahlilde buna karar vermek zordur hakikaten. Fakat edebiyatta bir akım olarak düşündüğümüzde, Joyce’un kendinden önce gelen gerçekçi yazarların çizdiği sınırlarla oynadığını, onlara yeni boyutlar kazandırdığını ve hayatın (ya da onun bir kısmının) bir çerçeve içine yerleştirilip temsil edilebileceğine inanan bu dünya görüşünü tiye aldığını, nesnesine tümüyle hakim olabileceğini iddia eden bu kontrolcü zihinle alttan alta dalga geçtiğini söylemek mümkündür.
Klasik romanın yazarı, akşam eve geldiğinde sürekli ışıkları söndüren bir baba gibidir. Bir takım odalarda ışık yanmasını gereksiz bulur çünkü. “Lütfen makul ol,” der size, “Mutfağın lambasının yanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?” Gerekli olanı gereksiz olandan ayıran ve sadece o anda işini görecek malzemeyi kullanan bir anlatıcıdır bu. Düşünceler belli bir amaca yöneliktir, detaylar ise ancak bir resmi tamamladıkları sürece anlamlıdır. Oysa, Joyce bütün odalardaki bütün ışıkları yakmak ister. Bir düşünceyi bütün çağrışımlarına kadar takip etmeye niyet ettiği gibi, bir görüntüyü de bize aynı anda bütün perspektiflerden göstermeyi dener. (İtalyan roman kuramcısı Franco Moretti, çok doğru bir tespit yaparak, bunun dilde bir tür kübizme yol açtığını söyler.) Fakat bir nesneyi görebileceğimiz sonsuz sayıda bakış açısı vardır ve bunların hepsini aynı anda okuyucuya göstermek mümkün değildir. İşte Ulysses’de bunun yarattığı acıklı ve gülünç durumlar hep el eledir. Olaylar birbirine halkalanır, çağrışımlar sarmallar oluşturur, listeler ve kataloglar uzar gider. Ama anlatıcı değişik ses ve üslupları deneyerek yorulmak bilmeksizin sayfalarca devam eder.
Dolayısıyla, bu romanın bir tür deli işi olduğunu söylemek mümkündür. Joyce da çılgının tekidir zaten. Bence aynı yargı, kitabın çevirmenleri için de geçerlidir. Akıllı adam gidip Ulysses’i çevirmeye kalkmaz. Kendine boyutları da içeriği de daha az talepkâr olan başka bir metin bulur, oturup onunla uğraşır. Edebiyat âleminde pek söylenmeyen ama bilinen bir gerçektir bu.
Fakat bu mesaj herkese ulaşmamış olsa gerek ki, geçenlerde Joyce’un romanı Türkçede bir kez daha basıldı. İlk kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan Nevzat Erkmen’in çevirisiyle çıkmıştı. Yeni çeviri ise Armağan Ekici’nin elinden çıkmış ve Norgunk Yayınları tarafından basılmış. Her iki çevirmeni de tebrik etmek gerekiyor bu kadar meşakkatli bir işe soyundukları için. Nevzat Erkmen’in çevirisini daha önce almış ve okumuştum. Onun yaklaşımını çok sağlam ama bir o kadar da akademik bulduğumu hatırlıyorum. Armağan Ekici’nin çevirisi ise daha akıcı ve eğlenceli göründü bana. Belki de bu nedenle biraz daha kolay ısındım yeni çeviriye.
Halbuki başında hemen okuyamadım yeni Ulysses’i. Arada bir karıştırmakla yetindim. Önce şüpheyle, ardından gitgide artan bir ilgiyle. Sonra geçen gün bir de baktım ki, romanı gerçekten okuyorum. Hem de Türkçesinden. Üstelik kafamda birtakım eşleştirmeler yapmak zorunda kalmadan, “bu kitabın İngilizcesini biliyorum da, o sayede anlıyorum olup biteni” diye düşünmeden.
Armağan Ekici dikkatli ve özenli bir çevirmen. Bunlar çeviri için gereklidir elbette. Ama Ulysses gibi bir romanı çevirmek için yeterli değildir. Bundan çok daha fazlası lazımdır. Ne mutlu ki, Ekici bu romanı çevirmek için gereken hayal gücüne de sahip. Yeni sözcükler icat etmek, dille karmaşık oyunlara girmek, belli ki hoşlandığı şeyler arasında. Yeni yetme bir oğlan çocuğunun dünyaya duyduğu merak demiştik, Ekici’de bundan da gani gani var bence. Tek bir ayrıntı için on iki tane ansiklopedi karıştıracak, hatta bütün gününü kütüphanede geçirecek birine benziyor. Joyce’a Ulysses’i yazdıran heyecandan olduğu kadar sebattan da payını almış yani.
Onun için, başka çevirmenlerin elinde dağılıp dökülebilecek “Sirenler,” “Circe” ve “Ithaca” gibi kimi zor bölümler, Armağan Ekici’nin çevirisinde orijinal metne yakın bir doğallıkta akıp gidiyor, rahatça okunuyor.
Rahatça diyorsam da, bu sizi yanıltmasın. Ulysses, çevirmene olduğu kadar okuyucusuna da meydan okuyan bir romandır. Okurken kimi zaman sizi yoracak, bezdirecek ve hatta kızdıracaktır. Ama onun için harcadığınız bütün emeklere değecektir. Zor bir sevgili gibi, eğer kaprislerini çekebilirseniz, sizi daha önce hiç karşılaşmadığınız yoğunlukta bir aşkla ödüllendirecektir.
Norgunk Yayınları’ndan Armağan Ekici çevirisi ile çıkan Ulysses’in Türkçede yeniden basılmasının, başta James Joyce hayranları olmak üzere bütün edebiyat-severler için büyük bir haber olduğunu söylemeye gerek yok. Yazarın daha önce Türkçeye aktarılmış kitaplarını, Dublinliler’i ya da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni, okumuş ve beğenmiş olanlar için artık yeni bir maceranın kapıları açılıyor.
Ulysses, bütün ihtişamı ve eğlencesi ile, onları bekliyor.
0 yorum:
Yorum Gönder