Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… isimli, yazarın ilk kitabında, Eriş, okuru, merkez çevre arasındaki sınırların silikleştiği günümüzden kopararak, 80'lerin taşrasına sürüklüyor. 1980 sonrası iklimi, yası ve kederi, konu eden Türkçe öyküler, çoğunlukla öykünün 80 kuşağı olarak nitelendirilebilecek yazarlar tarafından kaleme alındılar. Eriş'in öyküleri, kuşak bağlamındaki bu genel eğilimin bir sapması olarak okunabilir. Cellâtlarla çocukların aynı dünyada yaşamaya mahkûm oluşunu anımsatırcasına, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin ardında çocukluğunu geçirmek zorunda kalmış bir kuşağın temsilcisi olan yazar, ilk kitabında, Bandırma'ya, Erdek'e, Güney Marmara sahillerine döndüğü kadar, asıl anayurdu olan çocukluğuna da dönüyor. Öykülerde, Türkiye'nin 80'lerdeki siyasi ve kültürel iklimi, kâh bir arabesk şarkıda, kâh bir devrimcinin karakter olarak metinde yer alışında, kâh hâkim duygunun öğrenilmiş yenilgi oluşunda güçlü bir biçimde hissediliyor. Ayrıca bir diğer başkalık, öykülerde her ne kadar mağlubiyeti kabullenmişlik hissedilse de, aynı zamanda 70'li yılların edebiyatının sıcaklığının, enerjisinin ve heyecanının da duyuluyor oluşu. 12 Eylül sonrası ekonomik ve siyasi istikrar paketleriyle desteklenen neoliberal politikaların aynılaştırdığı yaşamlardan farklı bir yerin, iktisadi aklın hükümranlığının henüz hissedilmediği bir yerin öyküleri anlatılıyor, belki bundan dolayı öyküler okura bu denli sıcak ve içten geliyor.
Yazar öykülerinde her ne kadar anlatıcı olarak çocuklara da yer verse, metinlerinde oyun yok. Oyun kavram olarak, 'yaşamdan geçici olarak çıkarak kendi düzenini yaratış', bu bağlamda 'bir ara veriş, bir dinlenme' olarak görülebilir. Oysa bu öyküler yaşama ilişkin olanla o kadar örülü ki, satır arasındaki bir nefes alış bile, metnin dokusunu bozabilir. Oyun kavramından hareketle dil oyunlarına geçilirse, Eriş'in öyküleri modern öykünün “dil işçiliği” adı altında sözcük oyunlarından ibaret gösterilemeyeceğine de örnektir. Metinlerde, kurgu, metaforik anlatım bombardımanına feda edilmemiş ve dil'e fetiş bir değer katılmamış. “Ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum” başlıklı öyküsünde, ‘yaralı kuş’ gibi bilindik bir metafor kullanmasına rağmen yazar, kurmuş olduğu imgenin simgeye dönüşmesine izin vermemiş. Eriş, anlatmaktan vazgeçerek anlatan, okuru kurduğu öykü sokaklarında fır döndüren bir yazar.
Yazar, metnin içinden okurla iletişimini sadece yaratmış olduğu zihinsel mahallenin sarmalayıcı aurasıyla kurmuyor. Asıl iletişimini, diyaloglarla kuruyor. Burada yazarın dilinin yanı sıra karakterin dili de ortaya çıkıyor. Diyaloglar, aslında öykü karakterlerinin dünyayı nasıl göğüslediğini de gözler önüne seriyor. Böylelikle, yazar olan Eriş, öykülerinde bir gösteren olarak değil, dolaylı olarak anlatan olarak var oluyor ve vaaz eder konumdan bir kez daha uzaklaşıyor. Diyalogları, yazar aynı zamanda bir deneylem alanı olarak da kullanmış. “Her kanser erken ölümdür” başlıklı öyküsünde, ana karakterin iç sesinin ve doktorun dışarıdan gelen sesinin oluşturduğu diyaloglar birbirinin içine geçmiş. Ancak birbirinin içine geçmiş diyaloglarda bir başka dikkat çekici unsur, hikâye ana karakter tarafından ben diliyle anlatılırken, iç sesin araya girerek iç ve dış çatışmaları yansıtırken sen dilini kullanıyor oluşu.
Eriş’in öykülerinde bir bileşen olarak, “detay yıldızları” da göze çarpıyor. James Wood’un edebiyattan hayatın temel ayrımını detaylar üzerinden yaptığı Kurmaca Nasıl İşler? isimli kitabında, ‘hayatın sınırsız detaylarla dolu olduğuna’ ancak edebiyat ürününün bu denli sınırsız detayı barındıramayacağına dikkati çeker. Eriş de öykülerinde detaylara önem veren yazarlardan, bunun bir nedeni de yazarın detayları kuzey yıldızı gibi kullanışı. Öyküyü okurken okurun aklından çıkmayan detay, muhakkak metnin sonunda karşısına çıkıyor. Bazen bir naylon çorap olarak, bazen de ‘Martılar. Şerefsizler.’ olarak.
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… isimli kitabın adından başlayarak okurun zihninde oluşan ‘sıcacık öyküler’ izleniminde, öykü karakterlerinin payı büyük. Yaşamdan yana öykülerin içindeki öykü karakterleri de yaşamdan. Püriten ahlâk anlayışının kodlamalarıyla içine giremeyeceğimiz öykü karakterleri karşımıza konsomatris bir abla olarak da çıkabiliyor, evli bir kadınla ilişkisi olan bir devrimci olarak da… Yazar, burada kurmaca bir risk alarak, konsomatris ablayı ben dili ile ‘kardeşi olarak’ anlatabiliyor. Yanı sıra, ana karakterin, seks işçisi bir annenin oğluyla kurduğu arkadaşlığı da aynı sahicilikteki birinci tekil şahıs anlatımıyla aktarabiliyor. Eriş, geçmişin taşrasını, geçmişe ilişkin öyküleri anlatıyor; ama öyküler siyah ve beyaz değil, grinin binbir tonunu içeriyor. Bu bağlamda, geleneksel kadın ve erkek rollerini de, bazen hissettirerek, bazen okura hissettirmeden sorguluyor ve sarsıyor. Okurun kurmacayı gerçek kılma isteği hesaba katıldığında, bu durumun yaşadığımız coğrafya açısından değişik bir paradoks yaratabileceği söylenebilir.
Yazar, “kadınlar hep olmadık zamanlarda” öyküsünde epigraf olarak, “Yıldız olsun.” diye yazmış.
Okur olarak değiştiriyorum:
“yaşam hep olmadık zamanlarda”
Öykü olsun.
0 yorum:
Yorum Gönder