Özneden Kurtulmak Mümkün mü? (Abdurrahman AYDIN)


Modern felsefe açısından ‘özne’ ne kadar bağlayıcı bir yere sahipse, yapısalcı ve post-yapısalcı düşüncenin ayırt edici niteliğinin de aynı oranda modern özneden kurtulma arzusunda yattığı pekâlâ söylenebilir. Özellikle post-yapısalcılar, kendisine eşlik eden bireycilikle beraber cogito’yu reddetmiş ve onun yerine merkezsiz-özne fikrini geliştirmişlerdir. Bu özne, öz-belirleme gücüne sahip otonom bir varlık değil, rekabet halindeki söylemlerin özne aracılığıyla kesiştiği ve konuştuğu söylem yapısının bir yansımasıdır.

Yapısalcı düşüncenin gücünü ve ‘özne’ ile ilgili konumunu asli olarak ortaya çıkaran ise yapısalcı düşüncenin muarızlarının konumudur. Örneğin Sloven felsefeci Slavoj Žižek, temel çalışmalarından biri olan Gıdıklanan Özne’ye, Kartezyen öznenin hayaletinin, Batılı akademyaya musallat olduğu iddiasıyla başlar. Žižek’e göre New Age obskürantistleri, post-modern yapıbozumcular, Habermas’çılar, Heidegger’ciler, Derin Ekolojistler, post-Marksistler, feministler vb. modern özneyi, çağdaş düşünceden defetmeye girişmişlerdir; Žižek dışında neredeyse herkes ego cogito’ya lanet okumaktadır. Eğer Žižek yel değirmenlerine karşı savaşan bir Don Quixote değilse, onun bu konumlanışı, yapısalcı düşüncenin sirayet eriminin son derece geniş olduğunu göstermektedir. Hiç kuşku yok ki sırf erimi bile bu düşünceyle esaslı bir hesaplaşmayı meşru kılmaya yeter.

Ben’den Kurtulma Arzusu

Bu satırların yazılmasına neden olan ise, Doğuş Sarpkaya’nın nükteli ifadesiyle, postyapısalcılık gezegenciğinin Küçük Prensi olan Roland Barthes’ın Eleştirel Denemeler’inin Türkçeye kazandırılmış olması. Kitap, 1953-65 arasında çeşitli konular hakkında yazılmış yazılardan ve 1971 basımına yazılmış bir önsöz ile 1963’te yazılmış bir önsözden oluşuyor. Hem önsözlerde hem diğer yazılarda yazarın Ben’den kurtulma arzusuna sıklıkla tanıklık ediyoruz. Gilles Deleuze, hakiki edebiyatın içimizde ben deme gücünü iptal eden bir şeyler belirdiğinde ortaya çıkacağını ileri sürüyordu. Naçizane, bunun eleştirel düşünce için de geçerli olduğunu düşünürdüm. Fakat edebiyatla ilgili olarak aşağı yukarı aynı şeyi [“öyle ki yazmak, öznelliğin bir anlatımına göndermek şöyle dursun, tersine belirtisel bir simgeyi arı göstergeye dönüştüren edimin ta kendisidir. Dolayısıyla üçüncü kişi yazın’ın bir hilesi değil, her şeyin öncesindeki kurma edimidir: Yazmak, O demeye karar vermek (ve bunu yapabilmektir)”] söyleyen Barthes, eleştirmeni bu güçten yoksun bulur. Çünkü yazarın ‘Ben’ dediği sıradaki ‘Ben’, ikinci dereceden bir O’dan, ters çevrilmiş bir O’dan başka bir şey değilken, eleştirmen, Ben’i göstergeye dönüştüremez ve bu nedenle romanın O’sunu üretemez. Belki de gerçek eleştirinin belirebileceği yer, bu salınımlı yerdir. Ya da belki de edebiyat bir arzunun (Ben’in göstergeye dönüştürülmesi arzusunun) dışlaşması olarak değil, kendiliğinden edimsellik kazanan bir olgu (Ben’in bir göstergeye dönüştürülmesi olgusu) olarak varolurken, eleştiri, her durumda [Ben’i göstergeye dönüştürmeyi] arzulamakta ve her arzu gibi eksik kalmaktadır.

Fakat Ben’in göstergeye dönüştürülmesi ya da dönüştürülememesi ne anlama gelir? Elbette bunun işaret ettiği ilk düşünce, ‘Ben’in bir gösterge olmadığıdır. Bu konuda söz alan ilk kişi “Biz dili konuşmayız; aksine bizi konuşan dildir” diyen Ferdinand de Saussure’dür. Ardından dilbilimci Émile Benveniste, Ben’i bir kaydıraç olarak -belirli bir gönderileni olmayan, fakat konuşma edimi içinde, ‘Ben’ diyen kişiyi işaret eden bir şey olarak- kavramsallaştırmıştır. Ben nesnel açıdan tanımlanamaz, yalnızca ‘anlatış tarzı’ terimleriyle tanımlanabilir. Terimin yalnızca konuşma içinde, dil içinde bir anlamı vardır ve dilin sahne aldığı basit gerçeğinden, dilin ‘olay’ından daha fazlasına işaret etmemektedir (birinci şahıs zamirinin doğası, bu nedenle yirminci yüzyıl yazınında bu kadar sorunlu olmuştur). Romancı Ben’i O’ya doğru kaydırarak iletişimi mümkün kılan belirsizliği (O’nun belirsiz bir üçüncü olma durumunu) yaratırken, eleştirmen, Barthes’ın ifadeleriyle, “Ben’ini el değmemiş ve bildirişime geçemeyecek bir halde, yazın’ın koduna bağımlı kılarak kapatır, koruma altına alır ve unutur.” Elbette Eleştirel Denemeler kitabının yazarı, kaleme almış olduğu eleştirel metinleri eleştirel olarak ele alan bir başka metin yazarken söylemektedir bunları. Eleştirinin eleştirisi yine eleştiridir ve bir eleştirmen olarak yazar, Ben’i burada da göstergeye dönüştüremeyişiyle öz-eleştirisini üretir. Böylelikle arzu olarak eksik kalan eleştiri, mükemmel bir kendini tartma/tanıma aracına dönüşür. Ben’in göstergeye dönüştürülememesi, onun (Ben’in) yapıbiliminin yapılamayacağı anlamına gelmek zorunda değildir. Bu durumda tuhaf bir sonuca ulaşıyoruz: Eleştirmenin Ben’inden söz eden eleştirel bir metinde, Ben’i ters çevrilmiş bir O kılmak olanaklı hale geliyor, yani aslında Barthes, böylelikle Ben’i göstergeselleştirmeyi başarıyor. Ya da Žižek gibi düşünürsek, Ben, Barthes’a da, ama bu defa tersinden, musallat oluyor: Yapıbiliminin yapılması olanaklı olmadığı için yapıbilimi olanaklı olan ya da olanaklı olduğu için olanaksız olan bir hayalet olarak!

Barthes’a Musallat Olan Hayalet

Bu, galiba biraz da kaçınılmaz bir durum. Çünkü bu modelin en önemli sorunlarından biri, nesnel dünyanın, çok az öznellik bırakacak ya da hiç öznellik bırakmayacak biçimde bireyin öznel dünyasına tecavüz edişidir. Belki de bu noktada, Barthes’a gerçekten musallat olan bir hayalet varsa, onun da Marx’ın hayaleti olduğu söylenebilir (mi?). Kitaptaki “Nesne-Dünya” başlıklı yazıda, Hollanda resminde nesnenin, başlangıçtaki biçimiyle değil de kullanıma açık yüzüyle sergilenişinin, onun, artık tözü kalmamış, bütünüyle özelliklerine sığınmış bir halde aktarımı olduğunu belirterek, bunun bir sayılandırma gücüne denk geldiğini saptadıktan hemen sonra, bu gücün, kimi insanları nesne biçiminde oluşturmaya hizmet ettiğini belirtir. Kimi insanlar, egemen söylemin bakış açısından, insanlık durumunda değil, bir ön-insanlık durumundadır. Marx’ı akla düşüren yer burası. Burjuvazi, ortaya çıkış dönemlerinde, mutlak güç olmadığı için, kendi sırrını faş etmek zorundaydı, fakat toplumu tam anlamıyla bir burjuva toplumuna dönüştürmeyi başardığında, faş etmek, sırrı gizlemenin temel yolu haline gelmiştir. Gizli antropolojisini, eskiden eserlerine yansıtan burjuva toplum, bugün antropolojisini açık ederken eserini saklamaktadır. Fakat Marx’ın akla düşmesi ancak aklın merkezine çağırılmaması biçimindeki tutum da “Eleştiri Nedir?” başlıklı yazıda çok net tarifini buluyor: “En verimli eleştiri, deyim yerindeyse Marksçılığın sınırlarında kalandır (açıkça bildirilen merkezinde değil)”.
Eleştirel Denemeler’in neredeyse tamamı, hem yazının hem de toplumsal hayatın ‘dilden daha fazla bir şey’ olmadıkları kabulüyle yazılmıştır. Bu nedenle de bu denemeler, ele aldıkları meselelerin içeriklerini değil, kelimenin dilbilimdeki anlamıyla sistemlerini incelemeye yönelirler. Barthes’ın ifadesiyle, burada verilmiş tüm metinler bir anlam zincirinin halkaları gibidir, ama yüzer gezer bir zincirdir bu. Sabitlenmez.
Yapısalcı düşünceyle ilgili olarak eleştirel bir konumu seçiyor olsak dahi, yapısalcı düşünce, kendisine karşı, Žižek’in tarif ettiği biçimiyle Heidegger’in metafizik karşısında aldığı tutuma benzer bir tutum alınmasını hak etmiyor değildir. Žižek’e göre Heidegger, metafizik kapanmayı kırmanın yolu olarak tam da metafizik acının içerisinden geçmeyi seçmişti. Ola ki Žižek’in de yapısalcı düşünceyle ilgili, çözümlenmeyi bekleyen böyle bir tutumu söz konusudur.

ELEŞTİREL DENEMELER, Roland Barthes, çev. Esra Özdoğan, YKY, 2012.

0 yorum:

Yorum Gönder