Kitabın tanıtımına girişmeden evvel bu kitabı Türkçe’ye kazandıran Phoenix yayınlarına dair iki kelam ederek başlayalım. Zira Charles Tilly, Adam Przeworski ve Robert Dahl gibi kallavi çalışmalarıyla sosyal bilimsel alanda çığır açmış düşünürlerin eserlerini belirli bir program dâhilinde neşreden yayınevinin, Mann’in bu başyapıtını yayınlamasını Türkiye’de sosyal bilimler alanına yapılmış büyük bir armağan olarak görmemiz gerekiyor. Nedenine gelince; Michael Mann’in Toplumsal İktidarın Kaynakları başlıklı yapıtı, yazarın magnum opus’u olduğu kadar, tarihsel sosyoloji sahasının da en devasa girişimlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Devasa diyoruz; çünkü Mann’in ortaya koyduğu çabanın derinliği karşısında entelektüel bir hayranlık duymamak mümkün değil. İnsan topluluklarındaki iktidar ilişkilerinin topyekûn tarihini serimleyip, bunu makro planda kuramlaştırmak, sanırım her teorisyenin harcı olmasa gerek! Bu tarz bir girişime karşı başta kuvvetli kuşkular taşısanız da, sayfalar ilerledikçe kuşku yerini sorular devşirten muazzam bir bilme iştiyakına terk ediyor.
Kitabın ilk bölümleri ekseriyetle iktidarın ön tarihine odaklanıyor. Mann’in buradaki kilit sorusu basitçe şöyle: İstikrarlı toplumsal tabakalaşma biçimlerinde iktidar neden açığa çıkmaz? Bu soru sonradan, Mezopotamya’da medeniyetin ve devletin doğuşuna dair teorik bir tartışma ile dallanıp budaklanıyor. Akabindeyse adeta karşılaştırmalı bir tarihsel anlatı anaforuna kapılıyoruz: Akad fetihlerinden, Asurlular ile Persler’i içeren “tahakküm imparatorlukları”na, Yunan “polis”inden ilk “teritoryal imparatorluk” olan Roma’ya. Bu uzun anlatı, yavaş yavaş kapitalizme geçiş, imparatorlukların çözülüşü ve “organik” ulus devletlerin ortaya çıkışı gibi birbirine eklemlenen fasıllarla devam ediyor. Arada onlarca tarihsel güzergâh ve tartışma eksenleri. Mann aslında tüm bu anlatısının arka planında, bize “toplum” ve onun devleti ve devlet nüfuzunu örgütleme eğilimi arasındaki ilişkiyi açıklamaya yöneldiği “bir medeniyet soyağacı” önermiş oluyor. Dolayısıyla bu çalışmayı, Durkheim, Marx ve Weber’in “makro-tarihsel” sosyolojisi alanına yönelik çoklu ilgileriyle başlayan ve 1966’da B. Moore’un Demokrasinin ve Diktatörlüğün Toplumsal Kökenleri ile yeniden yükselişe geçen bir tartışma dizisinin en sıkı örneklerinden biri olarak görebiliriz.
Peki, bu anlatılar silsilesi içinde iktidar ne türden bir kuramsal kalıba dökülüyor? Mann, iktidarın kaynaklarını ideolojik, ekonomik, askeri ve politik olmak üzere dört açıdan tarif edip, bunları birbirleriyle örtüşen sosyal etkileşim ağları olarak tanımlıyor. Bir söyleşisinde kendi yaklaşımını “organizasyonel materyalizm” olarak da değerlendiren Mann’e göre, bu dört iktidar türü, herhangi bir aktörün güç kapasitesinin niceliksel ölçülerinden ibaret değil ve bu ağlar, bütün bir insan etkileşiminin arenasını oluşturmakta.
Düşünürümüz dörtlü iktidar kavrayışının tepe noktasına toplumsal iktidar kavramını oturtuyor: “Toplumsal kurumlar yaratmaya ve sürdürmeye yönelik örgütlenme kapasitesi”. Zira tüm diğer iktidar türleri, bu kapasitenin dağılımından mürekkep. Mann’in mezkûr kompozisyonunda merkezi siyasal iktidar örgütlenme biçimi olaraksa devlet asal önemde bir yer işgal ediyor. Devletler, diğer herhangi bir asal grubun iktidarından daha az mutlak olmayan sivil toplumdan özerk bir varlığa sahip. Bununla beraber, yayılımlı ve merkezden uzak ekonomik-iktidar gruplaşmaları da söz konusu. Benzer biçimde ideolojik iktidar hareketleri de devlet sınırlarını aşıp bu tarz kırılmaların yapay ve geçici niteliğini vurgulamak suretiyle ara formlar sergiliyorlar. Devletin, kendi egemenlik uzamı içinde uyguladığı örgütlü şiddeti ise askeri iktidar dolayımında açıklayan Mann, ustası Weber’den bir noktada da kendisini tefrik ediyor: Mann’e göre, Weber’in askeri ve siyasal iktidarı “parti”ye indirgeyen görüşü hatalı. Çünkü sınırlı altyapı olanaklarına sahip devletlerin böylesi bir tekele sahip olma iddiasında bulunması pek de mümkün değil; askeri bakımdan örgütlü toplumsal gruplar, çoğunlukla kurumsal anlamda devletten kopukturlar ve ondan bağımsız hareket etmekte de gayet beceriklidirler; uluslararası arenada siyasal nüfuzu, özellikle Almanya ve Japonya örneğinde görüldüğü üzere, askeri iktidar belirlemez. Ezcümle, eğer topluma ilişkin kapsayıcı bir sosyal-bilimsel analize kalkışmak isteyen bir sosyal bilimciysek, “ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik” iktidarları eşzamanlı ve ilişkisel bir düzlemde çözümlemeliyiz.
Mann’in iktidar sosyolojisinde tüm bu iktidar türlerinin bir de “altyapıları”, yani örgütlenme teknikleri var. Bu nokta çoğu Mann eleştirmeni tarafından “özgün” bir hat olarak değerlendiriliyor. Mann bu tekniklere “despotik” iktidar ve “altyapısal” iktidar adını veriyor. Despotik iktidar, sivil toplum gruplarıyla rutin, kurumsallaşmış bir müzakere içinde olmadan, yetkilendirilmiş elitlerin yerine getirdiği eylemler dizisi. Buna karşılık, altyapısal iktidar ise devletin sivil topluma gerçek anlamda nüfuz etme ve yetki alanı içinde siyasi kararları lojistik olarak uygulama yetisi. Mann bu sayede okuyucuya iktidar türlerinin tarihsel imkânlarının ve gerçekliklerinin neler olduğunun ve asırlar içinde ne şekilde dönüştüğünün fotoğrafını çekmek için ciddi bir kavramsal aygıt sunmuş oluyor.
Ne var ki, bu denli kapsamlı bir girişimin eleştiri oklarından kendini sakınması kuşkusuz ki mümkün değil! Literatürde Mann’in bu çabasına dönük eleştiri hatları kabaca şöyle sınıflandırılabilir: (a) Yapıtın mukayese hatlarının kimi noktalarda zayıf kalması ve yeterli kapsamlılığa erişememesi; (b) Makro-analizlerin kuvvetli ampirik desteklerle takviye edilememiş olması; (c) Metodolojik açıdan çizgisel yaklaşımın dışına pek çıkılamaması; (d) Avrupa-merkezcilik ve dolayısıyla, Batı-dışı toplumların karşılaştırmalı tahliline girişilmemesi.
Mann’in bu tür kritiklere verdiği cevaptan [“Mümkün olduğunca fazla devlet üzerinde çalışmış olsam bile, şu an hâlâ böyle bir kitabı yazma aşamasında olurdum!”] hareketle, şunu söyleyebiliriz: Evet, moderniteye giden rotaların ve iktidarın tarihsel sosyolojisini tam tekmil yazmak imkânsız olabilir; ama bu imkânsızlığı doğuran, meselenin cesameti değil, bu konuda yazmanın “bitimsiz bir süreç” olmasındandır. Dolayısıyla, analitik kıymeti açısından bu çalışmanın Max Weber’in meşhur Ekonomi ve Toplum’unun bir adım ötesine geçtiğini, ulusların ve sınıfların bugüne kadarki sosyo-tarihsel serencamını iddialı bir program çerçevesinde ortaya koyma cesaretini gösteren nadir eserlerden biri olduğunu ve bu yüzden de çok büyük bir yapıtın hazırlanmakta olduğunu (zira üçüncü ve dördüncü ciltler yolda) söyleyebiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder