Jeffrey Abramson’ın 2010’da Harvard Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Minerva’nın Baykuşu kitabı, geçtiğimiz günlerde Dipnot Yayınları’ndan İbrahim Yıldız’ın çevirisiyle Türkiyeli okurlara sunuldu. Abramson, bu kitabı ile bizi 2500 yıllık bir söyleşiye –Batı siyasi düşünce tarihi üzerine bir söyleşiye– davet ediyor.
Abramson, siyaset üzerine yapılan bu söyleşiyi kanona benzeterek işe koyuluyor. Buradaki kanon göndermesi, siyasi düşünce tarihini oluşturan klasik metinlerin birbirinden bağımsız ele alınamayacağı, hatta tam tersine bu metinlerin kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilerin farklı perspektiflerle oluşturulduğunu göstermek için. Kitapta Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesiyle başlayan kanon Platon’a, Aristoteles’e, Augustinus’a, Machiavelliye’e, Hobbes’a, Locke’a, Rousseau’ya, Kant’a, Mill’e, Hegel ve Marx’a oradan da Rawls’a uğrayıp günümüz siyasasına kadar ulaşıyor. Abramson izlediği metot ile ismi geçen düşünürlerin salt kendi kuramlarını analiz etmiyor. Filozofları, kanonu oluşturan o tarihsel süreçten hiç ayırmadan ele alıyor. Kitabı baştan sona okuyup bitirdiğimizde hangi filozofun ne söylediğini, farklı zamanlarda yaşamış olan filozofların hangi noktalarda ortak görüşleri olduğunu, birbirlerinden etkilenip sonrasında nasıl kendi özgünlüklerini yarattıklarını, aralarındaki hesaplaşmaları çok rahat bir şekilde görme imkânına kavuşuyoruz.
Anfide Ders Dinler Gibi
Kendisi akademisyen olan Abramson kitapta da adeta üniversite amfisinde ders veren bir öğretim görevlisi gibi karşımıza çıkıyor. Abramson, derste kimi zamanlar geçmişteki öğrencilerinin kimi zamanlar da kendi üniversite hocalarının deneyimleri ile anlattığı konuya katkı sunuyor. Genç okurları için uygun bir dil kullanmayı başaran Abramson, onları hiç sıkmadan siyaset kuramının içine sokuyor. Evet, dersini anlatırken hiç sıkmıyor Abramson; zira verdiği örneklerle milattan önce cereyan etmiş düşüncelerin hâlâ güncelliğini koruduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu örneklerden bazıları üzerinde biraz durmak istiyorum. Abramson, Platon’un Devlet’inin ortaya çıkışını irdelerken o dönemde yaşayan gençlerin doğruluk hakkında düşünmeye yanaşmadıklarını, çünkü nasılsa ileriki yaşamlarında bu tür konuları dert etmeye ve yanlışlarını düzeltmeye zaman bulacaklarını söyler (s. 26). Akabinde milattan 2000 yıl sonrasına “uzun atlama” yapan Abramson, George W. Bush’un gençliğinde uygunsuz davranışlarda bulunsa da bunların geçmişte kaldığını söyleyerek kendisine başkanlık yarışında avantaj yaratmaya çalıştığını bizlere hatırlatır. Abramson yalnızca milattan öncesi ile değil, masaya yatırdığı bütün düşünürlerin kuramlarıyla ilgili mümkün mertebe güncel örnekler sunmaya çalışıyor bize. Misal kitapta, Rönesans düşünürü Machiavelli’nin ortaya koyduğu “iyi şiddet”in “kötü şiddet” karşısında sağladığı tasarrufun anlatıldığı “Şiddetin Ekonomisi” adlı pasajda yine çağımızdan örnek verilir. Abramson, Irak konusunda ABD askeri politikasını sağ ve sol cenahtan eleştiren kişilerin, Birleşik Devletler’in ya daha fazla asker göndermesi ya da ülkeden bütünüyle çekilmesi gerektiği noktasında nasıl da aynı Makyavelci görüşü paylaştıklarını söyler (s. 192).Sistematik Bir Eser
Kitabın sistematik bir şekilde ilerlediğini söylemek yanlış olmaz; zira Abramson filozofları bize anlatırken onların artık birer klasik haline gelmiş metinlerinden yola çıkıyor. Öncelikle Platon’un Devlet’i ile okurun zihnine sağlam bir temel atan Abramson, akabinde Aristoteles’ten Augustinus’a, Machiavelli’den Hobbes’a, Rousseau’dan Marx’a pek çok filozofun başyapıt haline gelmiş eserleri ile temel olan Devlet’in üzerine katlar çıkarak, hiç zorlanmadan devasa bir yapıyı zihnimizde inşa ediyor. Abramson’ın zihnimizde inşa ettiği yapının oluşumuna katkı sağlayan başka isimlerle de tanışıyoruz zaman zaman. Örneğin Marx’ın irdelendiği bölümlerde Bakunin ile ya da Augustinus’un ele alındığı pasajlarda Cicero ile kısa süreliğine de olsa tanışma fırsatı buluyoruz. Ancak Abramson, zihnimize inşa ettiği o devasa yapıda ne yazık ki ütopyacı fikirlere –Platon dışında- hiç değinmiyor. Çokça meşhur olan More’un Ütopya’sına ya da Campanella’nın Güneş Ülke’sine kitapta rastlamak mümkün değil. Abramson, siyasi düşünce tarihinin tamamını ele alıp incelemediğini, yaptığı seçimlerin kendine özgü olmaktan çok herkesçe tanınabilir nitelikte olduğunu söylüyor (s. 10). Ütopya’nın ya da Güneş Ülkesi’nin tanınabilirlik açısından tartışılmayacak derecede üne sahip olduğu kanaatindeyim. Abramson’a göre ütopyacı fikirlerin siyasi düşünce tarihi içerisinde hiç mi kıymeti harbiyesi yoktur?Abramson kitabında siyasete kafa yoran, bu minvalde uğraşan herkesi düşünce çabasına çağırıyor. Siyaset kuramının iç rahatlatıcı ve tatmin edici olmaktan çok tahrip edici olabileceği uyarısında bulunarak bizi bu düşünce çabasına hazırlıyor. Adaletten, eşitlikten ve özgürlükten yana olan pek çok insanın siyasi ideallerinin demokrasi temelli olduğu su götürmez bir gerçektir. “Gelişmiş” ve “gelişmekte” olan ülkelerin liderleri de hep demokrasiden dem vururlar. İlkokul çocukları bile demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğunu söylerler. Kendisinin de demokrasiden yana olduğunu dile getiren Abramson herkesi demokrasinin olabilirliği ile ilgili olarak iç sorgulamaya davet ediyor. Türkiye’de yaşayanlar “ileri” demokrasi deryasında yüzsek dahi Abramson’ın çağrısına kulak vermeliyiz; zira zaman zaman demokrasinin bile olabilirliği üzerine sıkı soruların yöneltildiği kitaptan “ileri” demokrasinin nasıl olup da gerçekleştiğini belki öğrenme fırsatı bulabiliriz. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde dediği ve kitabın da adını o sözden esinlendiği gibi “Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçar”. Hepimiz o baykuşun artık kanatlanıp uçmasını bekliyoruz.
0 yorum:
Yorum Gönder