Edebiyat ve felsefe metinleri okumaya başladığım günden beri, bizdeki “edebiyat eleştirisi geleneği”nin hangi sınırlara kadar ilerlediğini, hangi dolayımlardan beslendiğini, hangi kaynakların altını üstüne getirdiğini, yazın dünyasına hangi mirasları bıraktığını, hangi kavramsal yenilikleri ve derinlikleri fikri olarak geliştirdiğini düşünüp durmuşumdur. Eskilerden, en eskilerden günümüze değin gelen “eleştiri geleneği”mizin varoluş yönelimlerini ve etkilerini anlamaya çalışmışımdır.
Suut Kemal Yetkin’den Nurullah Ataç’a, Fethi Naci’den Akşit Göktürk’e, Tahsin Yücel’den Hüseyin Cöntürk’e, Mehmet Rifat’tan Yücel Kayıran’a, Berna Moran’dan Jale Parla’ya, Asım Bezirci’den diğerlerine değin birçoklarının bir hayli sayıda makalesini, kimilerinden birkaç kitabı hatmetmişimdir. Adını saymadıklarımda dahil, akademik olanları şimdilik bir kenara bırakırsam okuduğum kadarıyla edindiğim izlenim şöyledir. Birincisi söz konusu edebiyat eleştirmenleri kendi zamanlarını aşan bir çaba ve tutkuyla edebiyat alanında nefes almışlar ve aldırmışlardır.
Yine de onların bu takdire şayan tutumları oldukça kişisel, öznel, tikel yargılarla yıllarca yazın dünyasının uzamını işgal etmenin ötesine geçememiş gibidir. İkincisi edebiyat eleştirisi birkaç şeyle karıştırılmış ya da karıştırılmasına göz yumulmuş, tabiri caizse zar atmak sıradanlaştırılmış gibidir. Şöyle ki, dönemin büyük isimleri ile, bazı hatıraları dillendirmek –hatta kimi kez dedikodular yapmak ya da kişisel tanıklığın getirdiği özel durumları gözönünde bulundurmak-, bazı metinlerden alelacele veya fikri bir takibe ihtiyaç duymaksızın çözümlemeler ve sonuçlar çıkarmak edebiyat eleştirisinin giderek boş bir jargonla kökleşmesine yol açmış.
Böyle olunca yazın uzamı, edebiyat dünyasında ilişkilere egemen olanların kontrolünde ilerlemiş. Üçüncüsü edebiyat eleştirmenlerinin büyük bir çoğunluğu batıdaki muadilleri; Andre Gide, Walter Benjamin, Edward Said gibi sıkı bir felsefi ve edebi eğitimden geçmemişler, bu onlarda kendilerini yineleme imkânı bulamadıkları her konuda perspektif ya da felsefi tutum geliştirmek açısından eksiklik oluşturmuş. Dolayısıyla ne “Macar köylüsü” Georg Lukacs gibi radikal bir tutum geliştirebilmişler ne de Benjamin gibi kılı kırk yaran bir inceleme/araştırma/çözümleme yapmışlar. Hemen bu noktada kendime bir şerh düşmem gerekirse, şunu gözlemlediğimi ifade edebilirim: Aslında akademi dışındaki edebiyat eleştirmenlerinin perspektif geliştirmek ve felsefi tutum almak konusunda bazı girişimleri olmuş.
Bu konuda haksızlık yapmak istemem, ne var ki onların bu çabalarını gözardı etmiyor olmam, onların bu girişimlerini edebiyat eleştirisinde özgün çıkışlar olarak anmamı sağlamıyor. Çünkü onların söz konusu ettiğim çabalarının büyük bir çoğunluğu -bunlara akademisyen edebiyat eleştirmenlerinin çalışmaları da dahil-, oldukça didaktik ve analitik bir uzamda gelişiyor. Böylece fikri düzeyde bir tartışma yerini daha çok kimi fikirlerden esinlenen, kimi kez tarihsel ve sosyolojik çözümlemelerle indirgemeci bir imge açıklamasına yönelen, kimi kez yorumbilgisine dayalı olarak sınırsız bir çoklaştırmaya dayanan bir minvali gösteriyor... Haliyle ortaya çıkan metinler, benimsenen metodolojinin içinde, ele alınan eserlerle karşılıklılık içinde ilerleyerek okurun takdirine sunuluyor ama yukarıda saydığım üç durum, bu takdire sunulanın niteliğini cidden sorgulatıyor. Elbette bazı istisnalarla birlikte yazın eleştirisinin oldukça genel bir görünümünden ve kendimce bir kanaatten söz ettim...
İstisna mevzusuna geri gelerek “bahisleri yükseltmek” istiyorum. Mesela Orhan Koçak’ı anmadan geçmek istemiyorum. Koçak hem akademi dışında hem de akademi içinde, hem sıradan hem de istisna bir figür. Onun Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi Türkçe şiir eleştirisi için alelade bir çalışma değil. Bu kitabın emsalleri batıda Martin Heidegger’in Hölderlin ve Empedokles incelemesinde, J.Paul Sartre’ın Baudelaire ve Flaubert incelemesinde ancak karşılık bulabilir. Sadece şiiri ve şairi imge düzeyinde değil, fikri düzeyde ortaya çıkarıyor ve böylece şiire ve şairliğe adım atacak olanı, bir başka düzeyde de eleştiriyi rastlantısal çerçevelerle/perspektiflerle/buluşlarla ilerletecek olanları haddini hududunu bilmeye, hesaplaşmaya zorluyor. Bu zorlama Koçak’ı Türkçe yazın eleştirisinin kimi kez doruğuna kimi kez uzağına yerleştiriyor. Dolayısıyla tarih, sosyoloji, yorumbilgisi, göstergebilim v.s. tamam ama, daha çok düşünce ekseninde şiirin şiddetine ve merhametine sığınarak, şairi eksiği ve abartısıyla birlikte betimleyerek/yorumluyarak, kırıp dökerken ışığın sızmasına izin vererek, tutup onarırken karanlığın doğurgan çığlığının duyulmasını sağlayarak yapıyor.
Koçak’ın eleştirisi hakkındaki düşüncelerim için bu yazının oylumu yetersiz, fakat ifade etmek istediğim uzaklığını/yüksekliğini dile getirmek için birkaç örnek vermek isterim. Koçak “ikinci yeni”nin neliğini ve Uyar’ın şiirinin bu ikinci yeni adlandırmasındaki gerçekliğini sorguluyor. Nihayetinde şöyle bir kanaat oluşturuyor: “‘Geçtim putların ormanından baltalayarak,’ dememiş miydi Nâzım Hikmet, ‘ne de kolay yıkılıyorlardı.’ Tanzimat’tan İkinci Yeni’ye kadar şiirin tarihi, bu kolay kurulma ve kolay yıkılmaların (unutulmaların) tarihidir. Uyar da kendi öncesizliğinin ve hızlı seçilişinin sebebi haline gelemiyor gibidir; kolay kabullenilişin koşulları kendinden çok önce hazırlanmıştır. Bu kolaylık, bir zor(unlu)luk eksikliği olarak, Uyar gibi bir şairin gözünde kendi şiirinin inandırıcılığını, bağlayıcılığını da eksiltir” (s.132). Koçak sadece bir dizinin parçası olarak “ikinci” sıfatının eklendiği “yeni” adının ne demek olduğunu sorgulamıyor, “yeni”nin başlangıç olarak hangi geleneği yenileyerek yola devam ettiğini soruyor ve herkesin kabul ettiği o “büyük saat”in “kan uykusu”ndaki yenilikçi şairindeki eksikliğin nerede su üstüne çıktığını da belirlemiş oluyor: zor(unlu)luk eksikliği. Büyük bir şair herkesin görmediğini değil, görmek istemediğini de görür. Bu yüzden Koçak’a göre Uyar, “kendini yaratma deneyimi”ni somutlayan bir şairdir, tıpkı bir eleştirmen olarak kendisinin yaptığı gibi.
Koçak bahisleri yükseltirken sadece Uyar ile ilgilenmez. Fikri takibin özelliği, fikrin sorgulanmasını da gerektirir. Bu yüzden Koçak gerektiğinde H.G.Gadamer’e bile haddini bildirir ve yakın zamana kadar yoksayılmış “fikir işçisi”nin, Benjamin’in yanında yer alır. Benjamin der ki; “Romantik estetikçilerin parıltılı ama sonuçta tarafsız, risksiz, zararsız bir mutluluğa ulaşma çabaları, aslıyla adından başka yakınlığı olmayan bir Simge kavramına, sanatla ilgili en ilkel, en basit tartışmalarda güvenli bir yer sağlamıştır” (s.120) ve Koçak devam eder: “İlginçtir, Gadamer romantik simge kavramının sınırlarından ve alegorinin rehabilitasyonundan söz ederken, Benjamin’e bir kez bile değinmez. Devlet Adamlığı böyle bir şey olmalı: unutuyorum çünkü hiç unutmuyorum” (s.120). Evet, Koçak Devlet Adamlığına/koltuğuna sığınmayan biri olduğu için, eleştirisinde unutmadığı o kadar çok şeyi vardır ki, bunlar Uyar gibi politikaya yüz vermek konusunda tereddüte düşmüş bir şairin dizelerinde bile görünür. İsteyen THKP-C lideri Mahir Çayan ile “Bir Süregen İlkbahar” şiiri arasındaki momentlerin nasıl soykütüksel bir bağ içinde olduğuna baksın ve tabii diğer inat hikayelerindeki yeniden kendini yaratma göstergelerine de. Uzun lafın kısası Koçak, yukarıdaki kanatimin dışına taşan yazın eleştirimizin “yeni damarı”. Gelenek bu yeni damardan geliştikçe edebiyatımız daha da derinleşecek, bu kesin.
0 yorum:
Yorum Gönder