Jako Olayı, gelecekte bir zamanda veya bugünün az da olsa manipüle edilmiş bir versiyonunda geçiyor. Yaşlı Dünya’nın dilinden okuyoruz Aşkın’ın yaşamını fakat yaşamının sadece bir bölümünü. Kitap bittiğinde Aşkın’ın yaşamı da -yazarın anlatımıyla- belki de başlıyor.
Ana karakterimiz Aşkın’ın omzuna konan bir papağanla başlıyor tüm olaylar. Fakat Bengi ülkede hiçbir hayvan başıboş dolaşamaz, her şeyin bir sahibi vardır. Jako’nun gelişi bir tesadüf mü yoksa bilerek mi gönderilmişti? Kaminvirüs de neydi? Niçin Aşkın’ın babası, 12. Gökada’da uyur bir vaziyette tutuluyordu?
Bu soruların cevaplarını her şeyden önce mekânlarda bilinçli olarak yapılan değişikliklerde aramanın ne kadar doğru olduğunu düşünen yazar hikâyesine de zannımca mekânları anlatarak başlıyor. Başsitekent‘te oturan Lara, Aşkın ve aileleri ile terk edilmiş evlerin yer aldığı Rabutepe. Başsitekent oluşturulurken Rabutepe’deki insanlar evlerinden bir çeşit kandırmayla çıkarılmış: Başsitekent’te onları bekleyen yepyeni bir yaşam olacaktı. Mekân olarak bakıldığında içinde bulunduğumuz Türkiye’nin kentsel dönüşüm projelerini andıran iki ana yapı çıkıyor karşımıza. Birincisi Aşkın’ın babası Kayra Baba’nın atalarının yaşadığı, çocukluk anılarının burada geçtiği Rabutepe; ikincisi semtlerini birbirine bağlayan yapay ağaçların ve tabii ki –burası şaşırtıcı(!)- devasa binaların bulunduğu fazla söze ne hacet yaşadığımız mega kentlere benzeyen Başsitekent. Mekânların insan yaşamındaki önemini bir kez daha karşımıza çıkarıyor yazar böylece. İnsan yaşadığı, büyüdüğü, çocukluluğunun geçtiği yerlerden, sokaklardan kopamıyor, oraların değişimi ve belki de hızlı değişimi insanın yaşama ve insana karşı umudunu da yerle bir edebiliyor. Çünkü mekânlar değiştikçe aslında değişen yaşam oluyor. Değişen yaşama karşı da insan da bir dönüşüme uğruyor. İşte Aşkın’ın annesi Belle Anne böyle bir dönüşüme uğraşmış, babası Kayra Baba ise Rabutepe’deki hatıralarıyla yaşayan ve fırsat buldukça oğluyla oraya yürüyüşe giden dolayısıyla da mekânlarla birlikte gelen dönüşümü reddeden biri.
Belle Anne hırslı, emirlere uyan, sürekli çalışan ama daha çok para için çalışan biri olduğu için Gizmenlerin yanında yer alıyor çünkü biliyor ki Gizmenler onun önünü açacaktı. Parayı ve parayla gelen ayrıcalıkları seven biri için Gizmenlerin çıkarlarının yanında olmak, neye hizmet ettiğini bilmeden çalışmak olağan bir tercihti belki de. Fakat kocası Kayra Baba Özgecillerin yanındaydı. Başka insanların iyiliği için çalışan, parayı kendisine zemin edinmemiş Özgeciller. Karşımıza iki grup çıktı: Burası Bengi Ülke. İki grup: 1. Bölek Partisini kuran Gizmenler ile 2. Bölek Partisini kuran Özgeciller. Einstein’ın dünyada iki tür insan olduğunu söylemesi gibi: İyi insanlar ve kötü insanlar. Bu kadar sert bir ayrım, ütopik olsa da gerçek payı yok değil. Fakat yazarın bu sert ayrımı söylem olarak da yer yer bazı cümlelerde de karşımıza çıkıyor:
“Eskiyi yıkmadan yeniyi kuramazdın. (syf. 9)”
“İlerleyen teknolojinin sunduğu olanaklar, bu olanaklara sahip olmak için gereken para ve güç, insanları birbirinden uzaklaştırmıştı. (syf. 55)”
“Akıllı davranmak, onlara zenginlik ve lüks sunacaktı. Bu dünyada başka ne istenebilirdi? (syf. 64) ”
Bengi ülkenin kuralları, bu kurallara uyulmanın ciddi zorunluluğu vardı ve asla hiç kimsenin gizlenebileceği bir yer yoktu. Her şey kayıt altına alınıyordu. Evinizde beslediğiniz hayvanlar dâhil. Bu kuralları öğrenemeyen bir çocuğa, kurallar yatılı bir okulda öğretiliyordu. Böylesine özgürlüklerin olmadığı, her şeyin devlet denetiminde olduğu bir ülkedeki bu iki grubun bu kadar sert hatlarla ayrılması da olağan görülebilir.
Başta sorduğum tüm soruların cevaplarını kitapta bulabileceğimiz gibi, bu hikâyede asıl dikkate değer husus, satır aralarında ve olayla ilintili olarak yapılan tespitlerdi. Yaşadığımız hayatlar üzerine düşünmemizi sağlayan ve çocuklara da yol açan ama yolu direk göstermeyen, tercih yapmalarını bekleyen yazarın bu hikâyesinin devamını beklediğimi söylemeden edemeyeceğim.
JAKO OLAYI, Sevda Müjgan Yüksel, Morpa Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder