Irmak Zileli’nin ikinci romanı Gözlerini Kaçırma, ilk sayfalarında “talihsiz” bir olayın ardından başkahramanı Didem’in hem toplumsal hem de bireysel bir mücadeleye hazırlandığını düşündürüyor okuruna. Fakat roman ilerledikçe, Didem’in dünyasında bunun daha farklı bir mücadele anlamına geldiğini görüyoruz. Öyle ki, Didem açısından babasız bir çocuk doğurmak, durumun toplumsal aykırılığından ve onun iç dünyasında yarattığı annelik ve kadınlık duyguları arasındaki psikolojik çatışmalardan çok yaşamı boyunca yakasını bırakmayan sevgisizliğin pençesinden kurtulmanın bir yolu olarak beliriyor. Bu bakımdan, babasız çocuk doğurmayı göze almak Didem’i ayrıksı bir kahraman gibi gösterse de, onun asıl kaygısının sevgiye olan ihtiyacını gidermek ve yalnızlık duygusunu yatıştırmak olduğunu fark ettiğimiz anda, Didem sıradan insana özgü çelişkileriyle bir modern roman kahramanına dönüşüyor gözümüzde.
Çocukluğundan itibaren ailesi ve toplumun genelince sorgusuz sualsiz benimsenen değerler ve yargılarla uzlaşamıyor Didem. Samimiyetsizlik ve yapmacıklıklarla örülü aile hayatında gözlemledikleriyle etrafında dönüp duran, saklı gerçekleri anlamaya çalışan, sorgulayan ve anne-babasının beklentileri ile kendi isteklerini bir türlü örtüştüremeyen bir mizaca sahip. Romanda ailesiyle sınırlı tutulan çocukluk dünyasının merak ettikleri ve sırları da aile üyelerine ilişkin… Sözgelimi sevgisine büyük bir ihtiyaç duyduğu ancak bu ihtiyacını bir türlü karşılamayan annesinin soğukluğunun ardında yatan nedeni hep merak ediyor. Henüz on altı yaşındayken karşısına çıkan bir kitabın içinden düşen, annesinin ilk kez mutlu gözüktüğü bir fotoğraf ve kitapta altı çizilmiş “mutlu olmak için hiçbir istek duymuyorum…” (s, 53) cümlesi onun için sorgulatıcı. Vardığı yargı ise bir o kadar kesin ve acıtıcı. Nitekim bu onun ve babasının annesinin yaşamında önemsiz bir yerde olduklarını düşünmesine yetiyor: “Belki de alıntı olan sensin. Bir de baban. İkiniz, annen için başkası tarafından yazılmış bir hayatın pasajlarısınız. Kendisine bırakılsa sizi yazmayacağı belli. İlk kez bu kader ortaklığı aranızdaki” (s, 55).
Sevgilileriyle kurduğu ilişkilerde de hiçbir zaman aradığını bulamıyor Didem. Zaman zaman tıpkı ailesiyle ve arkadaşlarıyla yaşadığı uzun sessizliklerde sığınılan televizyon gibi sevgililerinden beklediği sevgiye olan ihtiyacını ufak tefek yollarla gidermeye çalışan küçük bir kız çocuğu kadar naif ve hassas hale geliyor: “İtiraf etmen gerekir ki, her sevgilinde kendine bir yüzük alman biraz da bundan. Eski görünümlü olup olmadığını önemsemezdin. Aslında onun düşünüp almasını tercih ederdin ama şart da değildi. Her şeyi olduğu gibi bunu da ikiniz adına sen düşünürdün” (s, 29-30). Bu bakımdan, Didem’in çoğunluğun aksine modern zamanların sevgisiz-de-yaşanır dünyasına kendini kaptırıp gidemeyen ve insana getirdiği boşluk ve yalnızlık duygularının verdiği sıkıntılı ve çatışmalı ruh haliyle baş etmekle mükellef bir roman kahramanı olduğunu söylemek mümkün. Irmak Zileli’nin anlatımı, kahramanının modern zamanların dünyasıyla arası kötü, asi ve özgür ruhlu mizacını sevimli ve etkileyici bir biçimde dile getiriyor. Nükteli dili, kısa ve net cümleleri ve yer yer keskinleşen vurgularıyla bir başkaldırıyı hissettiren bu anlatım zaman zaman rahatsız edici bir ton ediniyor. Bir kaçışın temsili olarak görülebilecek hayaller ve rüyalarla örülü roman atmosferinin de bunda payı büyük.
Bu açıdan, durumun toplumsal aykırılığına rağmen Didem cephesinde babasız bir çocuk doğurma fikrinin bir garabet olmadığını söylememiz artık daha kolay ve anlaşılır – ki zaten romanda Didem’in ailesi ve arkadaşlarının verdikleri tepki ne tahmin edildiği kadar ağır tutulmuş, ne de Didem onlarla baş etmeyi yeterince kendine sorun edinen biri olarak kurgulanmış. Babasız bir çocuk doğurmak modern dünyanın getirdiği sevgisizlik ve boşluk ile yalnızlık duygusuna karşı, deyim yerindeyse, kendi tercihiyle belirlediği bir zorunluluktan daha öte veya daha büyük bir cesaret işi gibi gözükmüyor onun için. Nitekim durumun toplumsal ve psikolojik boyutundan çok, anne olan bir kadın ve birey olarak çocuğunun onun iç dünyasındaki temel eksikliği gidermedeki rolü ve etkisine şu sözleriyle dikkat çekiyor: “Bedenin ve beynin sana diyordu ki, onunla birlikte sen de yeniden doğacaksın. Sadece sen onu doğurmayacaksın, o da seni doğuracak. O zaman bebeğin bir tek sana ait olduğunu düşündün. Aynı şekilde sen de ona aittin. Üstelik bunun için kendini ona sevdirmeye çalışmana gerek yoktu… Kalp ve mide bölgesindeki yangının nasıl söndüğünü anladın. Yanmaya neden olan o eski gedik, dokuz ay on gün boyunca hiç açılmadı” (s, 160). Bu bakımdan, Didem’in romanın başında kendisine telkin ettiği gibi gözlerini kaçırmamayı başardığını söylememiz de artık pek mümkün değil. En nihayetinde etrafındaki sevgisizlik ve yalnızlık duygusu karşısında doğuracağı çocuğa sığınan bir figüre dönüşmekten kurtulamıyor Didem.
Velhasıl toplumsal kabulleri ve önyargıları eleştirip cesaretle savuşturan kahramanının etrafındaki sevgisizlik, iç dünyasındaki eksiklik ve yalnızlık duygularıyla bu denli cesaretle yüzleşememesinin –ve peşi sıra cereyan eden ve romanda geniş yer bulan korkuları, suçluluk duyguları vb.– bir çelişkisi olarak okunabilir Gözlerini Kaçırma. Bu yönüyle, modern dünyadaki insanın bin bir türlü çelişkilerinden yalnızca birinin bir hikâyesi olarak keyifle, özenle ve eleştirel gözlerle okunmayı hak ediyor.
GÖZLERİNİ KAÇIRMA, Irmak Zileli, Remzi Kitabevi, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder