Nobel ödülleri her yıl açıklandığında, edebiyatçılar ve edebiyat eleştirmenlerine ödülü alan yazar hakkında sorular yöneltilir. Yaptığım internet taramasında, 2012’deki ödül sonrası Türkiyeli edebiyatçıların yorumlarına fazla rastlayamadım. Bunun muhtemelen en önemli nedeni, 2012 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mo Yan`ın hiçbir kitabının (o an itibariyle) Türkçe`ye çevrilmemiş olmasıydı. Türkiye`de Uzak Doğu Asya edebiyatına ilginin (Afrika edebiyatı gibi) az olmasının Mo Yan hakkındaki bilgi eksikliğinin diğer bir nedeni olduğu söylenebilir. Geçtiğimiz aylarda, bu noksanlık tatmin edici düzeyde olmasa da, Mo Yan`ın eski bir eseri olan Kızıl Darı Tarlalar`ın çevirisinin dilimize kazandırılmasıyla önemli ölçüde azaldı.
Mo Yan’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının hemen ardından “ödülü hak etti mi?” ya da “politik duruşu ödülü almasında ne kadar etkili oldu?”gibi sorular edebiyat çevrelerinde hararetle tartışılmaya başlandı. Birçok eseri İngilizce`ye çevrilmiş olduğundan, takip edebildiğim İngilizce yazında ödül uzerinde bu minvalde bircok tartışma yazısını görebilmek mümkün. Yine bu kaynaklardan öğrenebildiğim kadarıyla, Mo Yan`ın ödülü Çin`de de büyük tartışmalara yol açmış. Çin’in sürgün veya hapisteki bazı yazarlarının aksine Mo Yan’ın aldığı en ciddi eleştiri, Çin’deki ifade özgürlüğünü yeterince savunmadığı yönünde. Bu tartışmalar bir yana, ben bu yazıda, Türkçe çevirisi geçtiğimiz aylarda yayımlanan kitaptaki sarsıcı “öyküyü” paylasmak istiyorum. Bu uzun romanın okuyucuya muhtemel etkileri neler olabilir sorusu öncelikli yol göstericim olacak.
En baştan söylemem gerek: Romanı bitirdikten sonra aklımda beliren ilk imge, kitabın minör bir destan olduğuydu. Romanın destan türüne yakın olduğunu söylemek iki açıdan mümkün. Öncelikle bu uzun öyküde Çin`in kuzeyindeki (aynı zamanda Mo Yan`ın da doğum yeri olan) Shandong eyaletinde 1930`lardaki Japon işgaline direnen köylüler anlatılıyor. Köylüler yaşam alanlarını Japon ordusundan destansı bir şekilde koruyorlar. Japonların modern silahlarına karşı ellerine geçen her silahla direnişlerini örüyorlar. Roman boyunca bu işgali, ayrıntılarıyla “Gaomi Kuzeydoğu Eyaleti”ndeki bu köyün ileri gelen ailelerinden olan anlatıcının ailesinin (yani yazarın) yaşadıkları üzerinden dinliyoruz. Anlatıcı, özellikle babasının, dedesinin ve ninesinin acımasız savaş koşullarındaki durumlarını ironik ve hüzünlü bir dille anlatıyor. Ayrıca, biçim açısından, romanın anlatım dilinde yer yer beliren çoşkulu ve abartılı tarz da romanı destan özelliklerine yaklaştırıyor.
Peki niçin minör bir destan? Anlatıcının dedesi köylülerin direnişinde büyük role sahip bir figür. Ne var ki, ismini roman boyunca öğrenemediğimiz dedesi sadece kahramanlıklar göstermiyor. Köylülerden oluşan bir birliğin başında, bir yanda komünistler diğer yanda diğer yerel direniş birlikleri arasında yaşadığı bocalamalar onun aynı zamanda hatalar yapmasına da neden oluyor. Zayıflıklar gösteriyor. Kararsızlıklar ve çekinceler yaşıyor. Hataları ölümlere neden oluyor. Bu yönüyle destan, sadece kahramanların değil aynı zamanda korkakların da destanı. Böyle bir anlatım, savaşların bazı anlarında doğru kararların olmadığını düşündürtüyor. Buradaki savaş ve direniş öyküsü, Adorno’nun sözünün farklılaşmış bir halini sanki bize söyletiyor: savaşların doğruları yoktur. Anlatı kurgusu açısından ise, zamansal ve mekânsal kesintiler destanın bütüncüllüğünü bilinçli bir şekilde engelliyor, paralize ediyor. Sonuç olarak roman, bilindik destanlardan farklılaşıyor ve daha mütevazi ve heterojen bir anlatıya dönüşüyor. Minör hale geliyor.
Mo Yan, savaşın vahşetine dair birçok imgelem atmosferi yaratmış roman boyunca. Anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç gün savaşın zalimliğini vurucu bir şekilde özetlemekte. Veya Japon askerlerin Yan Nehri Ağzı’ndaki küçük köye baskınları ve anlatıcının ninesine ve halasına yaptıkları acımasızlıklar da. Savaşta ölenlerin cesetlerini köpekler parçalamasın diye anlatıcının babasının kurduğu bir çetenin verdiği mücadele yine akıllarda kalacak bir diğer alt-öyküsü bu minör destanın.
Savaşla birlikte insanlığın diğer “gizli” yönleri de Mo Yan’ın anlatısının içinde yer buluyor: cinsellik ve açlık. Mo Yan bu temalar üzerinden yalnızda Çin’in kültürel ve gündelik dünyasının içine bizleri taşımakla kalmıyor, aynı zamanda insanın/insanlığın bu öğelerinin onu nereye kadar götürebileceğinin de kurgusal bir tartışmasını yürütüyor. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet bütün açıklıklarıyla karşımıza çıkıyor. Mo Yan bu gündelik olguları kendine özgü “kara mizah” ile o büyük öykünün içine serpiyor.
2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanması sonrasında Mo Yan’ın çalışmalarına yönelik çıkan eleştiri yazılarında, onun gerçeklikle kurduğu ilişki sıklıkla “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırıldı. Mo Yan’ın edebiyat anlayışına olumsuz bakan yazılarda ise, onun edebiyatının, Mao döneminin edebiyat kanonunun, “ülkeye ve partiye hizmet eden edebiyat” anlayışının çok da dışına çıkamadığı dillendirildi. Başka eleştirmenler ise, Mo Yan’ın gerçeklikten kopuk “halisinasyonel gerçekçiliğe” dayanan bir edebiyat anlayışı olduğu belirtti. Bu eleştirilere rağmen, Mo Yan’ın sosyalist gerçekçi edebiyattan olumlu olarak etkilenmekle kalmadığı, bunun üzerine “büyülü gerçekçilik” akımını ve kendine özgü kara mizahı yaratıcı bir şekilde eklediğini söylebilirim. Son olarak, Türkçe çevirisinin Çince’den duru bir Türkçe’yle, hem de kısa bir sürede yapılmış olmasının Türkiyeli okuyucular için büyük bir şans olduğunu belirtmek isterim. Erdem Kurtuldu’nun Çin edebiyatından yeni çevirileri umarım önümüzdeki yıllarda kitapçıların raflarını süsler.
0 yorum:
Yorum Gönder