"Cogito’nun yapıbozumu ego’ya tapan modern zamanlar için zorunlu bir düzeltmeyse eğer, dışsallığa ve ötekiliğe ilişkin mutlakçı düşüncelere yönelik postmodern saplantının eleştirisinin ilave edilmesi gerekiyor buna…Ötekinin fetişleştirilmesi, keza egonun yüceltilmesi, ötekiyle kurulacak sahici bir ilişkiye yönelik en büyük tehdittir. Her iki uç da öteki-olarak-ben’e ilişkin pratik idrakin altını oyar. Çünkü her iki uç da yabancıların hem içimizde hem de ötemizde olduğu gerçeğini göz ardı eder." Richard Kearney.
Felsefenin kadim ve geride bıraktığımız yüzyılın güncel sorunlarından olan ben ve başkası arasındaki ilişki üzerine son söz alanlardan biri de Richard Kearney. Ancak Kearney’nin konuyu irdeleme tarzındaki çok yönlülük takdire değer olsa da ana argümanlarıyla bu ilişkiye dair tartışmanın düzeyini bir adım öteye taşımaktan ziyade iki adım geriye götürdüğünü öne süreceğiz.
Kearney, bizleri uçurumun kıyısına getiren, “malumu meçhul” ile tehdit eden, “yerleşik kategorilerimizi” sarsan aşırılık deneyimlerini simgeleyen figürler olarak yabancılara, tanrılara ve canavarlara yoğunlaşır. Bu üç figürü başkası altında toplayarak, başkasının başkalığına tahammül edemeyen bir felsefe tarihi kurgusundan hareket eder. Her ne kadar tartışmalı olsa da bu iddiaya Fransız düşünür Emmanuel Levinas (ve hiç şüphesiz Jacques Derrida) sayesinde fazlasıyla aşinayız. Fakat Kearney bu tespitin ardından Levinas’tan farklı bir yol izliyor ve benin başkasıyla ilişkisinde başkasının mutlaklığı, aşkınlığı ve nüfuz edilemezliği düşüncesiyle yaratılan uçurumu reddederek bu iki kutbu yeniden birbirine teyellemeye girişiyor. Yani bu ilişkide ağırlığı ben ya da başkasına vermeyi reddetmenin bir yolunu arıyor: “Bugün önümüzdeki zorlu görev, ikisinin aralarında herhangi bir ilişkiyi imkânsız kılacak ölçüde kesin çizgilerle ayırmaksızın ben ile öteki arasında bir farklılık olduğunu kabullenmek”(s.22).
Benin başkasıyla temasını yeniden sağlama çabasının, bir diğer ifadeyle bendeki başkasını ve başkasındaki beni keşfetmek dolayısıyla karşılıklı gidiş gelişi olan bir köprü inşa etme teşebbüsünün, post-yapısalcı moment sonrası vücut bulan tekillikler ve farklılıklar evreninde yeniden ortaklık fikrinin peşine düşen felsefe için önemi tartışılmaz. Kearney’nin bu uğurda edebiyattan, mitolojiye, teolojiden antropolojiye sınırları geniş bir disiplinlerarası bir zeminde yol alması da felsefenin kendi içine kapanan dilinin yol açabileceği sorunların önemli bir kısmını daha baştan bertaraf etmesini sağlayabilir. Gelgelelim Kearney’nin bu disiplinler bolluğunda siyasetten ısrarla uzak durması, izleyeceği yöntemin sınırlarını ısrarla yorumbilgisi etrafında çizmesi, ben ve başka(sı) arasındaki ilişkiye dair bırakın yeni bir söz söylemesini hâlihazırdaki tartışma bağlamının ulaştığı düzeyi de yeniden aşağı çekmektedir. Spinozacı karşılaşma etiğinin ya da Nietzscheci farklılığın olumlanması düşüncesinin ve bunların post-yapısalcı yorumlarının etrafından dolandığı gibi efendi-köle diyalektiğinin Hegelci felsefi-politik ve insanın insana yabancılaşmasının Marxçı ekonomi-politik tartışmalarını görmezden gelmektedir. Dahası, yirminci yüzyılın can alıcı sorunlarından biri olarak kendisini gösteren benin başkasıyla olan ilişkisine getirilen Husserlci fenomenolojik ve Heideggerci ontolojik bakış açılarına karşı Levinas’ın etik hamlesini yalnızca başkasına verdiği koşulsuz öncelik sebebiyle yalnızca eleştirel bir pozisyonda ele almaktadır. Oysa Levinas, uzun bir aradan sonra ilk kez benin başkasıyla olan ilişkisini somutluğunda ve pratik mahiyetinde düşünmeyi denemiştir. Levinas momentinden sonra atılması gereken adım, yorumbilgisinin güvenli kıyılarına çekilmek değil, tıpkı Judith Butler’ın Kırılgan Hayat’da yaptığı gibi benin başkasıyla olan ilişkisinin etik boyutunu mümkün kılan politika üzerine düşünmektir. Böylece egemen iktidar mekanizmalarının dolaşıma soktuğu başkasının başkalığına ilişkin etnik, cinsel, cinsiyetçi, kültürel ve milliyetçi algıyı ifşa etmenin ve felce uğratmanın etik olduğu kadar politik imkânları üzerine de düşünülebilecektir.
Oysa Kearney, farklı bir istikamet tutturur. Benin başkasıyla ilişkisine bakışını çeviren bu felsefi düşünme, ellerini politikayla kirletmeyip yorumbilgisine sığındığı içindir ki, yakıcı birçok meselenin kaynağı ve verimli birçok tartışmaya gebe olan bu sorun, “Kusursuz sevgi, korkuyu kovar” (s. 33) gibi bir naifliğin içinde kaybolabilmekte; Kearney “günah keçisi yaratma döngüsüne bir son vereceksek, işe kendi canavarlarımızı anlamaya çalışarak başlayamaz mıyız? Böylece, canavarlarımızın bazılarını tutkulu bir barışın yaratıklarına dönüştüremez miyiz? Hatta ‘orada, dışarıda’ canavarca davranan gerçek insanlara –zorbalara, işkencecilere, tecavüzcülere, katillere- içlerindeki canavarlarla barışıp günah keçisi yaratmaya ilişkin öldürme katletme pratiklerine son vermeleri konusunda yarımcı olamaz mıyız?” (s. 83) gibi tarafımızda tarifi imkansız ızdıraplara hasıl olan sorulara yanıt arayabilmektedir.
Bütün bu söylediklerimizden Kearney’nin söz aldığı pozisyonun hiç değilse masum bir yanı olduğu sonucu çıkarılabilir. Ancak tam aksine, Kearney’nin siyasetten ısrarla uzak durması fazlasıyla tehlikeli bir siyasi pozisyonun filizlenmesine yol açıyor. Zira Kearney bir yerde 9/11 sonrası Bush’un meşhur “haçlı seferi” çıkışına istinaden ABD hükümetinin terörle mücadelesinin, İslam’a açılmış bir savaş olmadığını açıklığa kavuşturmak için sarf ettiği çabaları takdir ederken Alan Wolfe’un “Bir medeniyetler çatışmasının söz konusu olduğuna ne kadar inanırsak, düşmanımıza o kadar benzeriz.” (s. 144) sözlerine gönderme yapabiliyor. Yine başka bir yerde “düşmanlara yönelik çağrılara hak vermekle birlikte, 11 Eylül’ün failleri ile kurbanlarını ahlaki açıdan birbirine eşitlemekten kaçınmanın önemli olduğunu düşünüyorum” (s. 154) diyebiliyor. Bu sözleri ışığında, yolculuğu boyunca pratik idrakten, üstesinden gelmeye, bağışlamadan tanıklığa birçok pratiğe uğrayan ve bunlar aracılığıyla yeni bir ortaklık fikrinin izini sürerken sürekli kaybolan Kearney’nin, hiç değilse bir hedefini yerine getirdiğini; her ‘ben’in şeytan her ‘başkası’nın da melek olmadığını göstermeyi başardığını ve felsefeye tahrip etmesi gereken bir söylemi yeniden üretme işlevini kazandırmakta muvaffak olduğunu söyleyebiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder