Kıymetli okuyucularımız. Bu sayıda büyük yazar John Fante ile beraberiz. Kumru Kamil ve bendeniz Fante’yi İzmir’de ağırladık ve oğlu Dan Fante’nin Türkçede çıkan yeni kitabı üzerine biraz sohbet ettik.
Sert görünüyordu. Arabadan iner inmez elimi uzattım. “Sen miydin beni çağıran?” dedi.
Aha şimdi yandım, diye geçirdim içimden.
“Abi, kusura bakma biraz ani oldu ama...”
Sigara istedi parmaklarıyla. Kamil gömlek cebinden Fuar sigarası çıkardı. Ne antika çocuk bu. Nereden bulur bu olmazları anlamam.
“Beni buranın en iyi balık tutulan yerine götürün,” dedi.
“Tamam abi,” dedim.
Fante için balık önemli. Balık fabrikasında çalışmış gençliğinde.
Bir sandal çevirdik. Pasaport’taki mendireğe gittik. Oltacılar yan yana dizilmişler. Bize şöyle bir baktılar sonra denize döndüler yine.
Derince çektik içimize iyot kokusunu. Ayaklarımızı sarkıttık. Güneş karşıdan bıraktı kendini Körfeze.
Dan Fante’nin kitabını çıkardım: Bir Taksicinin Los Angeles Hikâyeleri.
“Abi,” dedim. “Bukowski sizin için benim Tanrım demiş. Oğlunuzun ilk satırlarından itibaren baba kokusu aldım ben. Bu bir yazar için iyi bir şey mi, sizce?”
Denize tükürdü. Tükürdüğü yere baktık hep beraber.
“Tam şurada işte,” dedi. “Kefal mi bu?”
Kumru Kamil kalktı öteki balıkçılara sormaya gitti. Yaşla amca kalktı geldi yanımıza. Dikkatlice baktı.
“Kola şişesi,” dedi. Gitti.
Fante’yi bir gülmek aldı. Yeni sigara istedi.
“Bu baba-oğul didişmesine inanmıyorum ben. Baba-oğul düşmanlığını da saçma buluyorum. Bence oğullar babaları tamamlar. Ama babalarının gibi değil kendi istedikleri şekilde olur bu. Dan, Amerika’nın bağırsaklarını öğrendi önce. Sonra iyi yazdı kerata.”
“Peki,” dedim. “Amerikan hikâyeciliğinin o derine inmiyormuş gibi görünen ama asfaltın tam altında atan kalbine yaklaşıyor mu Dan.”
“Bu bence yanlış bir tanımlama. Bizim hikâyemiz hızla söylenen bir şarkı gibidir. En açık hikâyeyi bile yavaş okumak gerekiyor. Şarkının devrini düşürmeyin. Bunu demiyorum. Zamanı ağırlaştırın okurken. Televizyonu kapatın ve etrafınızdaki insanları uzaklaştırın.”
“Ama bu Dan Fante için çok geçerli değil sanki. Mesela ilk öykü…”
Sözümü kesti.
“Oğlum sen Dan’ın öykülerini konuşmak için beni neden çağırdın buraya?”
“Abi, yaşayan bir yazarı Amerika’dan buraya kadar getirecek parası yok da bizim gazetenin…”
“Yani beleşim diye mi buradayım ben!”
“Yok, estağfurullah abi. Senin yerin ayrı zaten kalbimizde.”
“Hadi be,” dedi eliyle.
“Dan ile şöyle bir akrabalık kurdum ben,” dedim. “Öykünün sonunda iyi bir şeyler olmasını seviyor. İlk öyküyü ben de öyle bitirirdim mesela.”
“Çok riskli solcu hastalığı. İnsanlara iyi şeyler olacak hissi vermek istiyorsunuz. Hayatta biraz da korktuğunuz için bu böyle olsun istiyorsunuz. Eğer öykünün evrenine uyuyorsa mesela yok. Ama zorlamaya gelmez bu işler. Acı hazırlıklı ev sahiplerinde daha çok eğlenir. Söyleyeyim ben size.”
Kamil, “Ben acıktım,” diye tutturdu.
Ağzını, burnunu kırasım var bu çocuğun.
Kalktık Kemeraltı’na gittik. Davar’ın yerine. Nohutlu kuzu işkembesi söyledik üç tane.
“E, meyhaneye ne vakit gidiyoruz,” dedi John.
Akşama Kumru Kamil ile Akif Baba’nın Yerine gittiler. Ben de oturdum yazının başına.
“Hem solcu, hem öykücü olduysan bitmişsin oğlum sen” lafını ses kaydından silmeye uğraştım. Bir türlü çalışmadı alet.
0 yorum:
Yorum Gönder