Bir acayip ülkede yaşıyoruz. Örneğin yapısalcılığın defterinin çoktan dürüldüğü, birine ‘yapısalcı’ demenin, o birinin bütün entelektüel yetilerini zan altında bırakmanın bir ifadesi olduğu, fakat Saussure’ün kimi temel metinlerinin daha 2014’te çevrildiği, Roman Jakobson’un hiçbir metninin çevrilmediği, çatır çatır Agamben tartışıldığı halde Émile Benveniste’in pek de meraka mazhar olamadığı, Lévi-Strauss’un çeviri kıtallerine uğratıldığı (Tahsin Yücel çevirisi dâhil) bir tuhaf ülke! Bu hâl, dile ilişkin tartışmaların derinleşmesinin de önüne geçiyor. Öyle ki, “Erkekler, içlerindeki dişil sese kulak verebilmeli, bu zenginliği heba etmemeliler” dediğinizde, hâlâ ‘dişi’ dediğiniz, üstelik ‘kadın’ diyemediğiniz için bunu dediğiniz ileri sürülerek, sözüm ona feminist bir eleştirinin muhatabı durumunda bulabiliyorsunuz kendinizi. Üstelik ideoloji eleştirisine en çok ihtiyaç duyduğumuz, her türlü kimliklenme halinin, kendisini bir performans olarak sunduğu çağımızda, dil üzerine düşünmeye bu kadar ihtiyaç duyduğumuz bir çağda, dil üzerine düşünümlerin bu kadar akim kalması umutsuzluk nedenidir. Türkçe ustası Hasan Ali Toptaş bile, Latife Tekin’le bir söyleşilerinde, şunları söylüyordu: “Dilin düşünce taşıyan bir araç değil, düşüncenin ta kendisi olduğunu öğretselerdi diye düşünmüşümdür hep. Hatta insanın ta kendisi olduğunu öğretselerdi. Dil konusunda birçok şeyi çok geç fark ettim ben. Yıllarca dilin kendi kendine yaşayan bir şey olduğunu sandım. Öldürülebilir, yaşatılabilir olduğunu çok geç fark ettim.” En nihayetinde insan, dilin içinde geçen bir olaylar dizisi, bir döndürmeler, benzetmeler ve bükünlemeler alayından başka, çeşitli söylemlerin kesiştiği bir dört yol ağzından başka nedir ki?
Özneyi kuran dildir ve tam da bu nedenle, dil, çoğunlukla, kendimiz hakkında konuşma gücümüzü iptal eden bir söylem olarak gerçeklik kazanır. Çağımız dünyasında, ‘ben’ hakkında konuşmayı olanaksız kılan, herkesin, kendi benini etkin evrenselliğin biricik ölçütü saydığı için sürekli ‘ben’ demesi, fakat bu halin, söylemenin öznesi ile söylenenin öznesi arasında bir ayrımı iptal etmesidir. ‘Ben’ hakkında neredeyse her türlü konuşma girişimi, ‘ben’i konuşmanın tıkacı haline getirmekte ve sözü düğümlemektedir. Bu girişimler, Lacan’ın adlandırmasıyla boş-söze tekabül etmektedir. Boş-sözün ‘ben’i, sözü üstlenmemekte ve bu nedenle de sözün bağlayıcılığından, söylemenin sorumluluğundan kaçıvermektedir. Bu, bazen, konuşucunun, kendisine siyasal bir sorumluluk imajı vererek, siyasal bir sorumluluk nedeniyle söylemekte olduğu biçimindeki bir boş-sözün arkasına çekilerek de gerçekleştirdiği bir edimdir. Buna karşılık dolu-sözde, konuşucu, sözü üstlenir. Söylemenin öznesi olarak, söylediğinden ve söylerken söylemediklerinden sorumlu olduğunun farkındadır. Bu bakımdan yalnızca bir aralıkta özne olunabilir; tahkim edilmiş bir mevzide değil. O halde iki konum arasındaki temel ayrım, birinin ideolojik bir kimliklenme hali olmasına karşılık, diğerinin bir özneleşme edimi ve süreci olmasıdır.
İnsanın dile önsel hiçbir deneyimi olmadığına ya da varsa bile, ancak dil aracılığıyla eklemlenebilir olduğuna göre, insani deneyim alanımızın kuruluşuna bakmak, aynı zamanda dile bakmak anlamına gelmektedir. Bu bakımdan Russell Grigg, Lacan, Language and Philosophy (‘Lacan, Dil ve Felsefe’) adlı yapıtında, Lacan’ın yaptığını bir adım ileri götürerek, dilbilimin psikanalize sunduğu katkıları, felsefi bir alan içerisinde yeniden tartışmaya açmaktadır. İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı, Lacan’ın düşüncesinin temel kavramlarına eğiliyor; Lacan’ın Oedipus kompleksine Babanın-Adı kavramı yoluyla getirdiği yeni yorumu ve Simgesele girişin dile giriş olarak konumlandırılması yoluyla bir psikanalitik antropolojinin olanaklarının belirmesini ele alıyor. Bu kısımda ayrıca Lacan’ın göstergebilimin olanaklarından nasıl yararlandığı konusuna odaklanılıyor ve psikanalize getirilen yeni düzenlemenin dilbilimsel temelleri inceleniyor.
Kitabın ikinci kısmında ise son derece güçlü bir yorumla altı düşünür ele alınıyor: Bilimin öznesi sorunu açısından Descartes; insan varoluşunu doğal ve akılsal olarak ayırıp da insanın etik eylemini doğal yanına karşılık gelen eğilimleri doğrultusundaki eylemlerinden ayıran, etik eylemi akılsal olanla bitiştiren ve böylelikle de etiğin öznesini salt bilincin öznesi olarak konumlandıran Kant ile bilinçdışının öznesi düşüncesiyle, Kantçı düşüncenin temellerini oyan Freud; hiçliğin mantığı dolayımıyla Lacan’la ilişkisi bakımından Badiou; mutlak özgürlük sorunu bağlamında Žižek; bilinçdışının bir dil gibi yapılanmış ve bilinçdışının işleyişinin de metafor ile metoniminin retorik rolleri doğrultusunda olduğunu söyleyen Lacan’ın bu iki kavramı kendisinden aldığı Roman Jakobson. Grigg, bunları ele alırken, Lacan’ın başkalarının kavramlarını yeni bağlamlarda nasıl yeniden işlettiğini ve yeni anlamlarla donattığını da ortaya koyuyor; fakat aynı şekilde Lacan’dan devralınan kavram ve aygıtların da buna benzer serüvenlerinin izlerini sürüyor.
Temel metinleri Türkçeye yeni yeni kazandırılmaya başlanmış olan Lacan’ın düşüncesini kavramak yolunda bir pusula işlevi görebilecek kadar kullanışlı, fakat aynı zamanda daha geniş bağlamlı tartışmalar yürütecek kadar da derinlikli bir çalışma yapmış Grigg, saygısını yitirmeden, ama Lacan’ın-Adından da çekinmeden. Lacan’ın düşüncesinin, özellikle ideoloji eleştirisi bağlamında sunduğu aygıt ve olanaklar düşünülürse, bunca lafazanlığımızın arasında, Nami Başer’in uydurduğu nefis sözcükle, biraz da ‘laklakanlık’ etmek için… Ne iyi olurdu!
LACAN, LANGUAGE AND PHILOSOPHY, Russell Grigg, State University of New York Press, New York, 2008.
0 yorum:
Yorum Gönder