Can Yayınları, 2011 yılının başlarında gotik-romantik adlı bir seriyi yayımlamaya başlamıştı. Yayınevinin bu serisi, Walpole’un Otranto Şatosu, Ann Radcliffe’in Sicilya’da Bir Aşk Hikayesi, Friedrich de la Motte Fouqué’nin Undine’si, Schiller’in Hayaletgören’i gibi on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıl gotik roman klasiklerinin çeşitli örneklerinin yanında, Türkçede ilk defa öykü derlemeleri dışında bir tam-metin çevirisiyle karşılaştığımız Hoffmann’ın Gece Tabloları isimli öykü kitabını da yayımlayarak, türün severlerini mest etmişti. Oldukça başarılı bir şekilde yoluna devam eden seri, 2012 yılının sonlarında -yüksek ihtimalle satış rakamlarının düşük olmasından dolayı- aniden kesildi. Bu ani kesintinin ardından, tam “Artık Hoffmann’ın diğer eserlerinin çevrilmesini çok bekleriz.” diyorduk ki, Can Yayınları’nın yaptığı bir sürpriz sonucunda, Zehra Kurttekin’in on dokuzuncu yüzyılın ruhunu taşıyan eşsiz çevrisiyle yayımlanan Şeytanın İksirleri’nin kitapçı raflarında yerini almış olduğunu öğrenmemizle, kaybettiğimizi düşündüğümüz romantik umudun yeniden ateşlendiğini duyar gibi olduk.
Kötü İkiz Motifi
Kitabın ana karakteri olan Medardus, Kapuçin Tarikatı’nın rahibi olma hayalleri kuran bir keşiştir. Medardus’un rahiplik eğitimini tamamlama yolunda ilerlediği manastırda bulunan kutsal eşyaların arasında Şeytanın İksiri’de saklanmaktadır. Bu iksir, içildiğinde, içeni kötüye yöneltecek olmasından ötürü yasaklı bir nesne olmasına rağmen, sanki bir nefsi sınar gibi yok edilmeyip, saklanır. Rahiplik yolunun bu şekilde ele alınışı bile kitabın özetini verir niteliktedir. Kapuçin rahipliği yolunda ilerlemekte olan kişi, hem dünyevi olanın hazzını isteyen hem de dünyevi olanın hazzından arınmaya çalışan olarak ikiye bölünen kişi olmak zorunda kalacaktır. Hoffmann, bu tip bir ikiye bölünmüşlüğü, on dokuzuncu yüzyıl edebiyatında popülerleşen “kötü ikiz” motifi ile destekleyerek, insanın içinde barındırdığı negatif ikizini ortaya koymaktadır. Şeytanın İksirleri, tam da bu “nefsine sahip çıkan ve çıkmayan kişi” ikiliğinin aynı kişide vücut bulması fikri üzerine kurulacaktır. Plotinos ve Augustinus felsefesi ile beslenen konu açıktır: Bedensel olana yönelimin, kişiyi günaha ve kötüye ulaştıracağı, dolayısıyla da ulvi olandan, tanrısal olandan uzaklaştıracağı fikri metin boyunca Medardus’un peşini bir türlü bırakmayacaktır.
Dünyevi Olanın Peşinde
Medardus, gerek hitabet yeteneği sayesinde kitleden aldığı övgülerle ulaştığı şöhret ile hareket ederken, gerekse ulaşmaya çalıştığı dünyevi aşkı Aurelie’nin peşinde koşuştururken ne cinayet işlemekten, ne yalan söylemekten, ne de insanları birbirine düşürmekten geri kalmayacaktır. Günümüzde bunlar basit gibi görünen, iktidara gelmiş olan hemen hemen her devlet adamında görülebilen özellikler olarak popülerleşip, sıradanlaşmış olsa bile, Ortaçağ rahipleri için geri dönüşü olmayan günahkârlıklar olarak bariz bir korku kaynağıdır. Peki, bir rahip çömezini, bunca günahı işlemeye itecek olan dünyevi hazzın peşine düşmesini sağlayan şey nedir? Goethe, Eckermann’la yaptığı konuşmalarında, romantizmi şu sözleri ile ele almaktadır: “Yenilerin çoğu, yeni olduğu için romantik değil, aksine zayıf, kırılgan ve hasta oldukları için romantiktir.” Goethe’nin deyiminden yola çıkan bir açıklamayla, romantikliğin zayıf ve hasta bir ruhun erdemi olduğu sonucuna varabiliriz. Goethe’nin çağdaşı olan Hoffmann da böyle düşünüyor olacak ki, karakteri Medardus’un doğasını kötüye kaymaya oldukça elverişli bir zayıflıkta kurgulamıştır. Medardus’un zayıflığından kaynaklanan hastalığı ise açıktır: Dünyevi olanın peşine düşmek.
Hoffmann Edebiyatının Gücü
Hoffmann’ın eserini edebi anlamda güçlü kılan iki unsur vardır. Bunlardan ilki, metin boyunca iki farklı karakterin tek bir ağızdan konuşturulup, okurda sanki tek bir karakteri dinliyormuş hissinin uyandırılmasıdır. Tekinsizin edebiyatı olan gotik tür, tam da böyle kurgulanmış bir sürükleyiciliğe ihtiyaç duymaktadır. Hoffmann, bu işi o kadar kusursuz bir şekilde başarmıştır ki, okur metnin sonuna kadar günah çıkaranla günahı yaratanı ayırt edebilme bulmacasıyla sınanacak ve yüksek ihtimalle merakına dem vuramayıp, son sayfaya kadar ilerlemek zorunda kalacaktır. Benzer bir metot, Hoffmann’dan çok sonra, bir Hoffmann aşığı olarak yazan Dostoyevski tarafından, Öteki isimli romanının ana karakteri Golyadkin’in içine düştüğü tekinsiz durum için de kullanılmıştır. Dostoyevski, bahsi geçen romanında, kötü ikizin, Golyadkin’in kendi mi yoksa başka biri mi olduğu sorusunu daha romanın başlarında ortaya atmak zorunda kalmışken, Hoffmann’ın, eserin sonuna kadar çözülemez kıldığı bulmacasını, ikiliği akla bile getirmeyecek bir incelikle işlemiş olması, Şeytanın İksirleri’nin edebi değerini açıkça ortaya koyacaktır. Metni, edebi anlamda güçlü kılan ikinci unsur ise, Hoffmann’ın metne sokmaya ihtiyacı olmamasına rağmen araya karıştırdığı unutulmaz berber karakteri Pietro Belcampo’dur. Romantizm akımının sanatı tanrısallaştıran yaklaşımının en iyi örneklerinden birini, kendini saç ve sakal kesme sanatçısı olarak takdim eden berber Belcampo’da görebiliriz. Belcampo için müşterileri, yontulmamış bir heykel, beyazı yeni kurumuş bir tuval gibidir. İçinde taşıdığı bu iki unsur sayesinde, Şeytanın İksirleri, hem eşsiz bir gotik roman hem de unutulmaz bir Alman klasiği olarak edebiyat tarihindeki yerini sağlama almış olan bir yapıttır.
ŞEYTAN İKSİRLERİ, E.T.A. Hoffmann, Çeviri: Zehra Kurttekin, Can Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder