“Sevgili oğlum Marcellinus, sana verdiğim sözü yerine getirerek yazdığım bu eserde hem kâfirler arasında yabancı kaldığı bu zaman akışında inançla var olan, hem de şimdi sabırla beklediği, adaletin hükmüne dönüşeceği, sonra yüceliğiyle nihaî zaferine ve kusursuz huzura erişeceği ebedî ikametgâhının o sarsılmazlığında var olacak olan Tanrı’nın yüce devletini, kendi tanrılarını bu Devlet’in kurucusundan üstün sayanlara karşı savunma görevini üstlendim; bu büyük ve zor bir görev, ancak Tanrı bizim yardımcımızdır.”Augustinus De Civitate Dei ya da Türkçesiyle Tanrı Devleti’ni Vizigotların 410’da Roma kentini istila edip yağmalamasını imparatorluğun Hıristiyanlığa dönmesinin lanetine bağlayanlara karşı Hıristiyanlığı savunmak için yazdı. Bu eseri felsefe tarihinde önemli kılan biri çökmekte, diğeri ise yükselişe geçmekte olan iki farklı dünya anlayışının tam ortasında, ikincisinin meşruiyetini sadece teolojik kanıtlara değil, aynı zamanda ilkinin politik ve toplumsal kusurlarının yeni din anlayışıyla birlikte ortadan kaldırılmakta olduğu iddiasına dayandırıyor olmasıdır.
De Civitate Dei 1, Önsöz’den
Eserdeki Yunan-Roma kaynaklı dünya anlayışının reddi politik olmakla birlikte, bu anlayışa getirilen eleştiriler temelde eski tür politikanın aşağılandığı bir düzlemde gelişir. Abramson’ın deyişiyle, Augustinus Aristoteles’in bireylerin politik aidiyet sayesinde kendilerini yetkinleştirdiğini gördüğü yerde sadece İsa’dan uzaklaşmış insanların büyük trajedisini görür. Yunancada “kent” anlamındaki polis’ten türemiş olan ve ilkin “kente ait”, sonra da “vatandaş” anlamını taşıyan polites ya da onun Latince karşılığı olan cives teriminin insan için hor görülesi olan, yere ait bir kimliği imlemekten öte anlamı yoktur. Augustinus buradan hareketle yer ve gök devleti olmak üzere iki farklı “sevgi” anlayışını kuramlaştırır; ona göre pagan Roma devletinin çöküşü kendisini sevmesine yani yere ait olmasına rağmen göğün her yeri kuşatan kutsal Tanrı devletiymiş gibi, emperyal bir politika izlemesine dayanır. Başka deyişle Augustinus’a göre asıl mücadele Tanrı ile Şeytan arasında değil, Tanrı ile insanoğlunun “kendi”sine dönük arzuları arasındadır. İdeal politika da İsa’nın kendi çarmıhını taşıyarak ardından gelecek olanlara da aynısını tavsiye etmesi gibi, yerdeki her şeyin ve tabi ki politik idarelerin de Tanrı devletine, yani “Tanrı sevgisi”ne teslim olmasından geçer. Yer sevgisi kapsama alanını genişletmeye odaklıdır, dahası açgözlülük, şiddet ve rant beklentisine dayanan daha uzun süre iktidar olma arzusuyla birlikte yürür; Kabil’in Habil’i, Romulus’un da Remus’u öldürmesinin nedeni budur. Dolayısıyla hiçbir yer devleti kuruluşundan yükselişine ve batışına, hiçbir zaman kusursuz adaleti sağlayamaz. Augustinus bu noktada ironik bir şekilde adeta insanları “devletin bittiği yere, oraya” davet eden Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün prototipidir.
Augustinus Cicero’nun Roma devletini yani res publica’yı res populi yani “halkın malı” olarak tanımlamasını eleştirir, ona göre bu devletin sadece adında “halk” vardır, politikası yönetici elitlerin (Senatoryal kadronun) istencine dayanmakla birlikte onların yararına odaklanır, dolayısıyla kendi sevgi unsurlarına dair ortak bir sözleşme imzalayan yani bir anayasa çerçevesinde bir araya gelen halk (19.24) “kendi malı” olması gereken devletin çetecileri andıran idaresi altında ezilir. Bu eleştiri Augustinus’un döneminde Roma’nın Altın Çağı olarak görülen cumhuriyet devrine dönüktür, ona göre diğer yer devletleri gibi Roma devleti de “iyi” ve “doğru” olma illüzyonu yaratmış ve sahte, geçici değerlerle evrensel ve ebedî tanrısallığın üzerini örtmüştür.
Augustinus yeryüzünde bir Hıristiyan devleti olamayacağını savunmakla birlikte Kilise’nin heretiklere karşı devlet gücünden yararlanabileceğini düşünmüş, yine heretikleri aşırıya kaçmadan cezalandırarak hak yola getirmenin onları cehennem ateşinden kurtarmak olduğunu varsaymıştır. Bu düşünce yukarıda özetlediğimiz yer devletlerine ilişkin eleştirisiyle tezat oluşturur, zira Avrupa’nın ondan sonra deneyimlediği Engizisyon geleneği Augustinus’un cevaz verdiği türden bir teolojinin bir tür yer egemenliği oluşturmada kullanılabileceğini örneklemiştir. De Civitate Dei okuyucular için sadece önceki pagan politik deneyimine ilişkin ilk kapsamlı Hıristiyan eleştirisi değil, aynı zamanda Kilise’nin yeryüzündeki meşruiyetinin dayandırılabileceği ilk teknik metin olarak da anlam kazanır.
Sonraki dönemde Bossuet, Ozanam, Friedrich Schlegel ve diğer Katolik yazarların defalarca irdelediği bu eser Papa 13. Leo’nun Hıristiyan Devletler Yönetimi için yayınladığı genelgeye (Immortale Dei, 1 Kasım, 1885) göre Hıristiyan bilgeliğini öyle açıkça ortaya koymuştur ki, sadece yaşadığı dönemin Hıristiyanlarının davasını savunmamış, aynı zamanda Hıristiyanlara dönük fikir saldırılarını sonsuza dek savuşturmuştur. Papa’nın bu değerlendirmesi Kilise’nin bu eseri ne kadar değerli bulduğunu gösterir, kimi felsefe tarihçilerine göre bu değerlendirme de esere hakkını tam verememektedir, böyle düşünenler onu Kutsal Kitap’tan sonraki en büyük Hıristiyan metni olarak değerlendirmekten geri durmamıştır.
Batı düşünce tarihinde yüzyıllar boyunca okunmuş, çevrilmiş ve hakkında kapsamlı yorum metinleri yazılmış olan De Civitate Dei’in henüz Türkçe çevirisinin yapılmamış olması büyük bir eksikliktir. Tamamı Türkçe okunmamış, içindeki kavram okyanusu Türkçe karşılığını bulmamış olan bir eser üzerine Türkçe yorum üretmenin sakıncaları başka bir yazının konusu ama şurası açık ki, batı düşünce tarihindeki başarının bu sakıncaları gidermiş olmakla yakından ilgisi var.
CİTY OF GOD, Augustine, vols. I-VII, Çev. G. E. McCracken, William M. Green, David S. Wiesen, Philip Levine, Eva M. Sanford, William Chase Greene, Loeb, Harvard University Press, 1957.
*Yeditepe Üniversitesi, Latince Okutmanı.
0 yorum:
Yorum Gönder