Daha ilk sayfalarda, “Aydınlanma’nın Sınırları” başlığını taşıyan birinci bölümün başında, “Din gündelik yaşamımıza müdahil olmaya başladığı anda, ondan vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bu açıdan alkolle belirgin bir benzerlik taşır” diye bir cümle var. (s. 15)
Temel olarak dinin gündelik yaşama müdahil olmasını, günlük hayatın dokularına işlemesini, özgürlük alanımızı daraltmasını vb. inceleyen bir kitap olmasa da, çağımızın bu gerçekliğine dokunmadan konuya giriş yapmak pek mümkün değil herhalde.
Hele bu müdahaleyi giderek daha yoğun bir biçimde yaşayıp hisseden Türkiye’de... Günlük hayatımızın dokularına giderek daha fazla işleyen “din olgusu”na karşı, onun güncel müdahalelerine karşı özgürlük çığlığını yükselttiğimiz bir dönemde...
Bizim için mesele “inanıp inanmamak” yahut “dindarlık” meselesi değil elbette; bağnazlıktan yola çıkıp, baskı, despotluk ve din tüccarlığı yapan iktidarın otoritesinde kilitleniyor söz konusu müdahale.
Kitabın meselesi ise başka, müdahaleye değinse de, aslolarak müdahalenin arkasındaki “kimliğe” yoğunlaşıyor; onun tarihsel serüvenini, yıllar içinde farklı düşünürler açısından ve düşün sistemleri içindeki değişimi ve gelişimini ele alıyor; başka değerlerle, en başta da “kültür”le yer değiştirmesi üzerinde duran kapsamlı bir çalışmaya dönüşüyor. Marksist düşüncenin yaşayan en önemli isimlerinden Terry Eagleton’ın son çalışması bu: “Tanrı’nın Ölümü ve Kültür”.
“Tanrı olmasaydı, onu yaratmak zorunda kalabilirdik” ya hani, işte bu farklı “yaratımlar” üzerinde duruyor Eagleton. Bir başka deyişle, “Tanrıya vekalet eden aşkınlık formları”nı anlatıyor ve dediğimiz gibi, en başa da Kültür’ü yerleştiriyor. Kültürün yanı sıra diğer bazı kavramları, değerleri ve felsefi kategorileri “tanrı vekili” mertebesine yükselten filozofların, bu yükseltme işlemini ne şekilde yaptıklarını anlatıyor. Bu durumda felsefe tarihinde uzunca bir yolculuğa çıkmak gerekiyor ya hani, işte o yolculuğu gerçekleştiriyor.
“Yer değiştirme” özetle şöyle: "Modern tarih, diğer şeylerin yanı sıra, Tanrı için bir vali arayışıdır. Akıl, Doğa, Geist, kültür, sanat, yüce, ulus, devlet, insanlık, Varlık, Toplum, Öteki, arzu, yaşam gücü... hepsi de zaman zaman, yerinden sürülmüş ilahiliğin formları olarak hareket etmiştir." (Terry Eagleton “Tanrının Ölümü ve Kültür”, s.69)
Kitabın içinde ilerledikçe, vali’nin, vekil, başvekil, dublör, taklitçi, öykünmeci gibi rollere de geçebildiğini görüyorsunuz.
Her bir vekilin kökenleri, onun etrafında dönen felsefi tartışmalar, İdealizm ve Romantizm gibi büyük okulların kendi atadıkları vekiller ve diğerlerinin vekillerine yaklaşımları, din ve ahlak arasında yaşanan gelgitler vb. üzerinde duran, farklı felsefecilerin ve felsefe tarihçilerinin yaklaşımlarını özetleyen, aktarıcı ve toparlayıcı bir tarzı seçmiş bu defa Eagleton.
Arnold, Burke, Coleridge, Comte, Nietzsche, Novalis, Freud, Fichte, Hegel, Kierkegaard, Schelling, Schiller, Wittgenstein, Voltaire ve tabii ki Marx, diğer düşünürlerden daha önde, tartışmaların ve “vekil atamalar”ın merkezinde yer alıyorlar.
Marx’ın “halkın afyonu” sözü çok biliniyor ve tekrar ediliyor. Peki ya diğer yaklaşımları? “O da dinsel inancın siyasi kimi ikirciklerini miras aldı. Marx’ın dini hem halkların afyonu, hem de rahibin kötücül burjuva vicdana serpiştirdiği kutsal su olarak gördüğü bilinir. Fakat onun dini aynı zamanda kalpsiz bir dünyanın kalbi olarak gördüğü bilgisi daha az yaygındır.” (a.g.e., s. 112)
Marx’ın afyondan vicdana uzanan “ikirciklenmleri” böyle, peki ya marksistlerin? Örneğin, kurtuluşçu söylemler kesişir mi hiç dinsel vaaz ve önermelerle? Örneğin Latin Amerika’daki devrimci/ marksist hareketlerin, dinle ilişkilerinde geliştirdikleri ayrıksı yaklaşım, Michel Löwy gibi marksistlerin üzerinde ayrıntıyla durduğu bir konu değil mi? Toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketlerinin daha geniş “kurtuluş teolojisi”ne alan açması, katolik rahiplerin devrimci hareketle “içten” ilişkisi vb. özellikle Latin Amerika deneyimleri için tartışılabilir. Terry Eagleton o konulara doğrudan uzanmasa da, açtığı “kurtuluşçuluk” tartışmaları, benzer çağrışımlara uzanıyor elbette. “Marksizm tümüyle seküler bir siyaset formu” olsa da “daha geniş bir anlamda, dinsel düşünce ile Marx’ın tarih yaklaşımı arasında bariz akrabalıklar” belirmeye başlıyor ve “adalet, kurtuluş, hesaplaşma günü, baskıya karşı mücadele, mülksüzlerin iktidarı, geleceğin barış ve bolluk hükümranlığı” gibi kavramlar üzerinden yeni sorular ortaya atılıyor... (a.g.e., s. 124-5)
Sorular, sorgulamalar, vekiller, ikirciklenmeler, çelişkiler, tartışmalar derken, Eagleton’ın anlatımında özellikle “ilk gerçek ateist” olan ve “Tanrı’nın ölümünün dehşet uyandırıcı ve ilham verici sonuçlarıyla herkesten önce yüzleşen” Nietzsche’ye dair söylenenler ayrı bir yer tutuyor. “Seküler toplumun infazından sağ çıkan Tanrı, biri ahlak olmak üzere bir dizi takma ismin ardına gizlenirken”, Nietzsche, “din ve metafiziğin dogmalarına inanmayan, fakat kurtuluş ve avuntunun bu en üstün aracına ihtiyaç duymayı sürdüren” insanın trajedisini anlatıyor. Tam bu noktada, “güç istenci”, “arzu” gibi filozofumuzu ve diğer filozofları çok uğraştıran kavramlar da kafanızda daha berrak bir biçimde yer edinmeye başlıyor.
Kavramlar demişken, kitapta kendi adıma “imgelem” kavramına dair daha derinlemesine bir “imge” ya da “duyu”ya kavuştuğumu söyleyebilirim! Felsefi çalışmaları okumanın, felsefe tarihinde yolculuğa çıkmanın böyle önemli bir katkısı da oluyor. Daha önceki okumalarınız neticesinde aklınıza bir şekilde “yerleşen” kavramlar, yeni okumalarda yeni şekillere bürünebiliyor, “çıkıp yeniden yerleşiyor.”
Nietzsche’nin trajik hesaplaşmaları, “içi dışı bir” düşüncesi ve kişiliğinin yanında, “söyledikleriyle yaptıkları farklı” giden düşünürler de var. Örneğin, Voltaire’in (aristokratlığı ve sınıfsal konumu/çıkarları gereği) “kendi dinsizliğini hizmetçilerine bulaştırmaktan korkması”; Diderot’nun “dinle alay etmesi, fakat onun toplumu birleştirici gücüne değer vermesi”; “katıksız bir materyalist” olan Comte’un, “seküler rahiplik planları” yapması; “Tanrı’yla hiç işi olmayan” Durkheim’ın, “dinin duyguları terbiye etmek için değerli bir kaynak olabileceğini” ileri sürmesi ya da aynı şekilde Strauss’un “dinsel inancın toplumsal düzen için elzem olduğu” kanaatini taşıması vb. Tanrı/vekil ekseninde eserler üretmiş düşünürler açısından bir “samimiyet sorgulaması”nı da gündeme getiriyor.
Bu arada sadece geçmiş düşünürlere dair değil, bugünkü “yaşayan felsefe”ye dair tartışmalar da anlatımı zenginleştiriyor. Kitabın sonlarına doğru Eagleton, “Tanrı ve ateizm” denince günümüzde akla gelen Richard Dawkins, Alain de Botton gibi popüler düşünürlerle de polemiğe girip (ya da Salman Rüşdi gibi yazarlara “laf atıp”) düşünce kurgularındaki eksiklere, gediklere dikkat çekiyor.
Tüm bu tartışmaların ortasında, bir yandan Tanrı ölürken, diğer yandan “yeni tanrıların doğumuna” beşiklik yapan düşünürler ve Eagleton, aklımızı açmaya, ufkumuzu genişletmeye devam ediyor...
TANRI’NIN ÖLÜMÜ VE KÜLTÜR, Terry Eagleton, Çeviri: Selin Dingiloğlu,Yordam Kitap, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder