Yazar Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılına Dünya Ağrısı ile yeni bir satır başı açıyor. İnsanları çevreleyen acılardan, utançlardan, iç sıkıntılarından, unutulmaya çalışılan dar zamanlardan söz ediyor. Basık dünya hayatına adeta sondajla giriyor ve romana misafir olan her okuyucuya hikâyenin doğduğu kasabadaki otelde bir oda veriyor. Mürşit’in otelinde… Suları akmayan, odaları ısınmayan, döşemeleri dökülen…
Romanın taşıdığı hikâye, serin duvar diplerini andıran rutubetli bir kasabada giyinip kuşanıyor. Acelesi yok, yavaş yavaş gidecek nereye gidecekse. Islana ıslana, tükene tükene… Şikayet etmiyor. Etse bile duyulmayacağını biliyor. Zaten buna gücü de yok. Umudun doğurduğu marazın birbirine benzettiği insanların gürültüsüyle ortak bir dil kuruluyor sadece: Acı… O bile derme çatma, yıkık dökük. Tamiri imkanlar dahilinde bile değil, çünkü akıp giden bir hayat yolculuğu söz konusu. Yani kapılmışlığın verdiği aldatmaca, aşınmışlık, tutukluk…
Babasının mutlak otoritesinden arta kalan otel, Mürşit’in kursağından yıllardır geçmiyor. Geçip gitse rahatlayacak, belki yeniden doğrulacak. En azından deneyecek. Ait olduğu yer, başında durmak zorunda olduğu otel değil. Kasabası, ailesi, karısı, çocukları hatta kendisi bile değil. Bir iç alış-verişi, beklentisi ya da yeni baştan deneme şansı yok. Çünkü itirazın eşiğinden geçmekte geç kalmış, saplandığı bataklıktan kendisini çekip çıkartmakta geç kalmış, ölüp dirilmekte geç kalmış… Mürşit, doğduğunda adı konurken bile hep aynı mahkumiyete mecbur bırakılmış. Başkalarının varlığına demirlenmek bir kural olarak etrafında dolanmış durmuş. Yıkık dökük binalara musallat olan sarmaşıklar tarafından günden güne boğulmuş. Ses edememiş. Ailesi de bu durağanlığın ve ifadesizliğin ortasında çaresiz, mesafelere yaslanıp kalmış. Zaman zaman karısının ya da çocuklarının doğurduğu merhamet bu yüzden fazla hayatta kalamamış. Ölü doğan bebekler gibi, boşlukta sallanıp durmuş.
Madenci, Mürşit’in kaçıp gitmek istediği şehirden; İstanbul’dan gelmiş. Onunki de bir kaçış, sığınma çabası. Yani aralarındaki teması sıcak tutan tek ortak payda… Kaçmış ve kaçamamış olmak. Ötesi, geçmişin yarattığı sızının hammaliyesi. Başka türlü geçmiyor, onlar da bunun farkında. Hatta sadece ikisi farkında… Bir de insanın yüzüne yapışan arsız soğuklar, rakıyla sökülmek istenen boğaz yumruları, anlatılamayan pas tutmuş sırlar… Bir de oğlu var, Özgür. Dedesinin hayata yeniden merhaba diyen hali, sanki özeti gibi… Bir zamanlar Mürşit babası için ne düşünüyorsa, Özgür de Mürşit için aynı şeyi düşünüyor. Ama kovmaya da çalışıyor diğer yandan. Olsun bitsin istiyor, kendi başınalığın vitesini başka türlü yükseltemez çünkü… Biliyor. Babam ölse… Ama ölmüyorlar, ölene kadar sürünüyorlar. Ve arkalarına takılan hayatları da kendilerine benzetiyorlar. Ağır, ıslak ve kirli… Ama umut dolu. Tıpkı kasaba halkının madenden çıkacak diye bekledikleri altın gibi, ölüme tutunan kurtuluş çabalarını hiç usanmadan güneşe çıkartıyorlar, belki bir faydasını görürüz diye. Tıpkı Kibar’ın, durduğu yerde sayıp eskiye dair ne varsa özlemle yeşerttiği gibi.
Roman, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihinden de alıntılar ve yaşanmışlıklar ekliyor hikâyeye. Böylece sızlayan ve kanayan bir yaraya da dönüşüyor. Kabuğu havaya kalkıyor, içine içine yanıyor. Mürşit ve Madenci’nin çocukluklarına denk gelen bir kıyımdan, bir toplum çatışmasından etkisi uzun süre unutulmayacak çıkarımlar damıtıyor. Bu durum, roman içerisinde basit bir dekor olarak durmuyor. Acı, yalnızca bireysel iniltilerden ibaret değildir diye de haykırıyor. Güncellenmesi gereken bir hafıza söz konusudur diyor. Çürümüşlüğün kalıntılarını başka türlü kazımak mümkün değildir çünkü.
Ayfer Tunç, modern zamanın kıyısında kalmış bu kasabadan söz hakkı veriyor romanındaki insanlara. Onlar da sesleri çıktığı kadar konuşmaya çalışıyorlar. Hayat belirtisi vermek de umuda dahildir çünkü, biliyorlar. Kimisi susmuyor, kimisininse ağzını bıçak açmıyor. Karlı ve çamurlu yollar, sabırla bir son bekleyen dağlar, gelip geçen yolcular, yoksullar ve zenginler, hastalar, katiller, hayvanlar ve toprak ana… Hepsi konuşuyor. En az insanlar kadar söz sahibiler romanın göğüs kafesinde. Nefes alıyorlar, keder veriyorlar. Usul usul…
DÜNYA AĞRISI, Ayfer Tunç, Can Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder