Gide günlüğünde, Watteville adındaki bir bayanın gerçek ozanların ayakyoluna gitmediğine inandığını, yazmıştı. Bu şüphesiz ozanlara tanrısal varlık gözüyle bakmanın sonucudur. Sanata duyulan ilgi ve merak, bunun yaratıcısının kim olduğuna da yönelir. Bu arayışta, sanatçının eserlerinin yanında, onun ete kemiğe bürünmüş halini anlatan anı, anlatı ve mektupların önemli bir işlevi vardır. Fakat nasıl ki, eserleriyle tanıdığımız sanatçıyla karşılaşmak her zaman mutluluk vermezse, anı, anlatı ve mektuplarından ulaşılan sırlar da keşke bilmeseydim dedirtebilir. Öte yandan, bunları kimin anlattığı önemli, sanatçının dünyasına dahil olmuş bir başka sanatçının bunları okurla paylaşması ise değerlidir.
Yazar, çevirmen ve editör olarak tanıdığımız Alberto Manguel, öğrenciliğinde dört yıl Jorge Luıs Borges’e kitap okumuştur. Yazar bu dört yıllık sürede tanıdığı Borges’i, , Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan, “Borges’in Evinde” isimli kitabında okuma ve yazma etkinliği yanında, alışkanlıkları ve yakın çevresiyle birlikte tanıtıyor.
Alberto Manguel kitapta, “1964’ten 1968’e kadar, Borges’e okuyan pek çok insandan biri olma şansına erişmiştim” diyor. Aslında yaşamak, içinde bulunulan anın anlamını saklayan bir yazgı. Hayâli’nin “Ol mahiler ki derya içredir, derya nedir bilmezler” dizesinde veciz biçimde özetlediği üzere, çoğu kez içinde olunan durumun çok da farkında olmaz insan. Ancak Borges’in Evinde’de o tarihlerde henüz on altı yaşında olan Manguel’in, dünya çapında bir aydının yakınında bulunabilme ayrıcalığının okura karşı sorumluluğunu başarıyla yerine getirdiğini görüyoruz. Oysa, Manguel kitabın daha başında, içtenlikle, o günlerde ayrıcalığının kesinlikle farkında olmadığını da itiraf ediyor.
Manguel’in Borges’in evine ilişkin aşağıdaki tarifi gerçekten olağanüstü ve yazarın algısının gücünü de ortaya koyuyor; “Daha ilk ziyaretimden başlayarak Borges’in evi zamanın dışındaymış, daha doğrusu Borges’in yazınsal deneyimlerinin oluşturduğu bir zamanda, Victoria ve Edward dönemi İngiltere’sinden, erken dönem Kuzey Ortaçağı’ndan, yirmili ve otuzlu yılların Buenos Aires’inden, onun çok sevdiği Cenevre’den, Alman dışavurumculuğu çağından, nefret ettiği Peron’lu yıllardan, Madrid ve Majorca’da geçen yazlardan, Amerika’da ilk kez sıcak bir beğeniyle karşılandığı, Texas’taki Austın Üniversitesi’nde geçirdiği aylardan oluşan bir zamanda varlığını sürdürüyormuş gibi gelmişti bana”.
Borges’in Evi’ni, Manguel’in Borges konulu uzun bir denemesi olarak tanımlamak mümkün. Kitapta anılara yer veriliyor ve Manguel’in de neyi, ne zaman ve ne kadar söyleyeceğine ilişkin kıvamı ve ölçüsü çok yerinde. Okur, gözleri görmeyen, sadece bir tek, o da belli belirsiz, sarı rengi seçebilen bu sebeple de dostlarının ona hep sarı renkte kravatlar hediye ettiği Borges’in, etten kemikten haline yaklaşabiliyor. Borges’in çok ilginç düşler gördüğünü ve bunları anlatmaktan hoşlandığını öğreniyoruz. . Bir düşü ile buluşması da hayli ilginç: Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli bir zengin Borges’i estanciasına davet ediyor ve ona bir sürpriz sözü veriyor. Yaşlı adamı bir banka oturtuyor ve Borges’in yanında iri ve sıcak bir beden beliriyor, patilerini de omuzlarına dayıyor. Evcil kaplan, kendisini düşleyen adama saygılarını sunuyor. Borges hiç korkmuyor ama çiğ et kokan nefesten rahatsız olduğunu “Kaplanların etobur olduğunu unutmuşum” sözleriyle dile getiriyor.
Manguel anlatısını, Borges’in eserlerine ve hayatına ilişkin araştırmalarıyla zenginleştirmiş. Kitapta sadece Borges’e kitap okuduğu sadece dört yılı değil, Borges’in neredeyse tüm yaşamına ilişkin yazarın şahit olmadığı Borges’in 1930’larda tanıdığı ve onda çok önemli etkisi olan Bioy’la, Borges’in arkadaşlığına ilişkin ayrıntılar da yer alıyor. Borges Cenevre’de ölüm döşeğinde yatarken, onu ziyarete giden Margerite Yourcenar’dan ailesinin vaktiyle İsviçre’de kaldığı apartman dairesini bulmasını istemesi, yazarın iki karabasanı olan “aynalar ve labirent” korkusunu örnekliyor. Öte yandan, düş tadında öykülerinden tanıdığımız Borges’in, Manguel’e “Bir düş tadında bir öykü yazmak istedim hep” sözlerinde olduğu gibi öğrendiğimiz bazı ayrıntılara şaşırıyoruz. Kitapta, Borges’in sevdiği yazarları ve hangi tür metinleri seçtiğini, kitap eklerine düşkünlüğünü, Bioy ve Silvina’yla entelektüel arkadaşlıklarına da şahit oluyoruz.
Brodıe Raporu isimli muhteşem öyküsünde Borges, maymun adamların talan ettikleri bir bölgede yaşayan Yahoolar’ın ilginç yaşamını anlatır; bu maymun adamların İbraniler ve Grekler gibi şiirin kutsal kökenine olan inançlarını dile getirir. Öyküde, eğer ozan sözcükleri etkileyecek olursa, kişi kutsal bir korkuya kapılarak onun yanından uzaklaşır. Ozan artık bir tanrıdır ve herhangi bir kişi onu öldürebilir. Bu sebeple de ozan bir yolunu bulup kuzeydeki kum çöllerine kaçmaya çalışır. Edebi metinler işte böyle mucizelere sebep olurlar. Manguel’in, Borges’le yaşadığı zamandan ve araştırmalarından vardığı çok önemli bir saptaması var, “Borges kendine rağmen edebiyat anlayışını ve bunun sonucunda edebiyat tarihini temelli değiştirdi” diyor ve ekliyor: “Bütün kişisel sahiplik iddialarının ötesinde görünen, klasiklerin klasiği yazarlar bile artık Borges’in okumasına aittir, tıpkı Pierre Menard’dan sonra Cervantes’e olduğu gibi”…
Borges, Manguel’e göre ölümsüzlüğü istemiyordu. Nitekim Manguel’e, İskenderiye Kütüphanesinin yıkılışından söz ederken “Temaların, sözcüklerin, metinlerin sayısı sınırlıdır. O yüzden hiçbir şey yok olmaz. Bir kitap yok olursa, elbet bir gün başka biri onu yeniden yazar. Bu kadar ölümsüzlük de herkese yetmeli” .
Borges, “Her ölümle yiten küçük bilgelikler bana çok dokunuyor” diye yazmıştı. İşte, bu bilgeliklerin yitip gitmemesi için de Borges’in Evi değerli bir eser.
BORGES’İN EVİNDE, Alberto Manguel, Çeviri: Cem Akaş, YKY.
0 yorum:
Yorum Gönder