İçerde yazmak, elinizde başka bir araç kalmamışsa bir savunma aracıdır. Varlığını, değerlerini savunma aracı. Bu, yazmanın başlı başına bir iddia olduğunu gösterir. Henüz anlatılamayan bir gerçekliği dile getirme, açıklama iddiası, bireyin arayışlarını deşifre etme, paylaşma istemidir.
Mekândan kaynaklanan imkânsızlıklar içerideki yazarı kamçılayan bir durumdur. Yoksunluklar anlatım tekniğinin öne çıkmasına yol açıyor, zayıflık gibi görünen yan, tersinden bir güce de dönüşebiliyor. Sözgelimi şimdi ikide bir tıkanan, ucuz bir tükenmez kalemle yazarak düşüncelerime yetişmeye çalışıyorum. Bu bir zorluktur, mekândan kaynaklanan sayısız zorluklardan biri…
Rilke, genç bir dostuna “Diyelim yazman yasaklandı, ölür müydün o zaman ya da yaşar mıydın eskisi gibi?” diye sorar. Yazmayı ölüm kalım sorunu gibi ele almak gerektiğine inanmıyorum. Esas olan, yaşam hakkındaki duygu ve düşüncelerimi, algılarımı, deneyimlerimi paylaşmaktır. Bunun için zorluklarla mücadele edilir. Edebiyat bunu sağladığı oranda işlev kazanır. Ancak edebiyatın, varlığın kendisini temsil etmediğini de unutmamak lazım. Varlığın yüksek ve komplike bir görünümü olarak değerlidir. İçeride de, dışarıda da asıl işlevinin bu olduğunu düşünüyorum.
“Dışarıda”kilerden farklı olarak bizler renklerin, seslerin, imgelerin silikleştiği bir mekânda yaşıyoruz. Bir bilimkurgu filminin içindeymişiz gibi düşünün. Abartılı güvenlik önlemleri, bir örnek mekânlar, seslerin, renklerin kontrol edilmeye çalışıldığı mantık ötesi bir mekân. Ruhunu kaybetmiş böyle bir mekânda, insanın kendini koruyabilmesi tam bir mücadele azmi gerektirir. Bizimki gibi geleneksel toplumlarda birey tek başına, ötekine ihtiyaç duymadan yaşayabilecek kadar bireycileşmemiş. Topluluğa ihtiyacı var bireyin. Dayanışma, paylaşma, hatta didişme ihtiyacı için ötekini yanında ister. Bu mekânlar tam da buradan vurmak için kurgulanmış.
Daha somut olarak, insanların birbirlerini tüketmeleri üzerine kurgulanmış denebilir. Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözü günlük olarak doğrulanıyor. Üç kişilik odalarda günlük sorunlardan kurtulup edebiyata yoğunlaşmak için ortak idealler ve hedefler olmalı. Farklı kültürel yapılardan gelen, farklı beklentilere sahip bireyler açısından zor bir durumdur. Ötekinden kaçıp saklanılacak bir kuytu, içini açabileceğin alternatif bir ilişki ihtimali yoktur. Diğer yandan dar mekanda uygulanan özel politikalara karşı koymanın uzun sürede yarattığı bir gerilim de yaşanmaktadır. Bunlar yoğunlaşmanın önündeki ciddi engellerdir.
F tipi cezaevleri perspektif kaymasına müsait mekânlardır. Bir anda içinde biriken tüm tepkiler yanındakine yönelebilir. Öteki baş düşman, şeytan, diken, tüm sorunların ana kaynağı, kurtulunması gereken bir ağırlık gibi görünür. Yazarken, okurken, volta atarken ötekinin giderek büyüyen olumsuz imgesi kafanı karıştırmaya devam eder. Aranızda bir sorunun yaşanıp yaşanmaması önemli değildir. Onun su içmesinin, TV izlemesinin, lavaboyu kullanmasının vs. itici gelebilmesi için varlığının o an, orada olması yeterlidir.
Mekânın bu boğucu, kuşatıcı etkisinden kurtulabilmek için duyguları, dürtüleri engelleyen bariyerlere ihtiyaç vardır. F tipi cezaevlerinde direnişin önemli bir yanı, yaratılmak istenen bu bilinç yarılmasını durdurmaktır. Bu başarılırsa yoğunlaşma için yararlanılacak mekânlara da dönüşebilir. Daha içeriden, samimi bir yöneliş hem kendiyle hem kendi dışındaki insanlarla doğrudan bir buluşmaya zemin sunabilir. Mekânın olumsuz koşullarına rağmen içeride olmanın yazmak için bir “şans” olduğunu söylesem, “dışarda”ki insanların bunu pek anlayamayacağını da tahmin ediyorum. Bu yüzden “şans”ı tırnak içine aldım. Teknolojik gelişmeler, alışamayacağım bir yüzyılın insan ilişkileri, trafik, günlük yaşam sorunları, politik sorumluluklar vs. ile kuşatılmışken yazmakta zorlanacağımı sanıyorum. Dışarıdayken kendi kendini disipline etme konusunda çok başarılı olduğum da söylenemezdi. İçeride olmanın doğrudan veya dolaylı yazma koşullarını sağladığı düşüncesi bana da garip geliyor. Yazmak için inzivaya çekilmek gerekiyormuş gibi. İçinde bulunduğum politik koşulları düşününce bunun doğruluk payının olduğunu da söylemeliyim.
Nasıl yazdığım üzerine derinlikli düşünmedim hiç. Koşullardan kaynaklanan zorluklara karşı bir çalışma disiplinim var elbette. Gelişigüzel yaşayarak yoğunlaşma ve yazma olamaz zaten. Ancak içeride esinlenme, yararlanma, tasvir için pek şansınız yok. Şelaleyi, asfalt yolu, sokak kavgasını, kelebeği, çocuk ağlayışını hep gri duvarlara bakarak yazmak durumundasınız. Bir duvara kaç sahne sığabilir ki? Bir otobüs durağını bile kolayca tasvir edemeyecek kadar uzun süredir içerideyim. Bazen bir mekân tasviri gerçek bir engele dönüşüyor. Bunları hatırlayamayacak kadar “dışarıdaki” yaşamın dışındayım.
Dışarıda olan bir yazar için anlatılması da, anlaşılması da zor bir durum olmalı. Dışında kaldığın yaşamı anlatmanın, kurgulamanın ne kadar zor olduğunu anlatmayı “dışarıda”kilere bırakıyorum. Her yazarın yaşadığını sandığım bireysel alanla toplumsal alanı anlatmanın dengesini sağlama zorluğu bana yetiyor. Bu paradoksun yarattığı gerilimi önemsiyorum.
Kimilerine göre içeride yazmak, hayatla bağların tümden kopmasını engellemenin bir yoludur. Bir romanın, öykünün, makalenin yayınlanması “dışarı” denilen gezegende yaşayan, içeridekilerden bihaber, kendi küçük dünyasına gömülmüş insanlara ulaşmanın bir yolu olarak düşünülüyor olmalı. Bunlar bana göre çelişik duygulardır. O “dışarıdaki” yaratıklara yazarak ulaşmaya çalışıyorsam, bu durumda kendimi kabul ettirmek gibi zavallı bir isteğe teslim oluyorum demektir.
İçeri-dışarı ayrımı yapmadan, “cezaevi edebiyatı” gibi hiç katlanamadığım bir ayrıma kapılmadan, genel olarak edebiyatın bir çığlık olduğunu düşünüyorum. Hayata dair derdi olanların kağıt üzerine döşediği derin bir çığlık. Bu bir görünür olma, kendini kabul ettirme çığlığı değildir. İçeride de bu çığlık anlatılması gerekeni bir an önce anlatma arayışına dönüşüyor. Dramatize etmeden söylemeliyim ki, içeridekiler bir dönemin canlı tanıklarıdırlar. Bunun yüklediği ağır sorumluluklar da var. Diğer yandan bu süreç, çevremizle birlikte birey olarak bizi de değiştirdi, dönüştürdü. Bunun edebi olarak çözümlenmesi ihtiyacı da var.
Bütün bunları düşünerek yazıyorum ben de. Yazıyorum çünkü kendimi dünyanın sorunlarını düzeltmede ahlaki bir sorumluluk altında görüyorum. Bunun bana yüklediği bir ayrıcalık da yok. Tersine bu, yerdeki çöpü kaldırıp çöp kutusuna atmak kadar mütevazı bir katkıdır.
Mahmut Yamalak, Bolu F Tipi Cezaevi
0 yorum:
Yorum Gönder