Hapishanelerdeki edebi verimin bugünkü üreticilerinin büyük çoğunluğunu 1970’lerin ikinci yarısında doğan, 80’lerde çocuk olan, 90’ların başında hızla sol sosyalist harekete katılırken o sırada metal yorgunluğu sonucu dağılan sosyalist/ sosyalizan sistemin ideolojik- psikolojik enkazından etkilenmeden sokaklarda olmayı/ kalmayı önceleyen ve elbette hızla hapsedilenler oluşturuyor.
‘70-‘80 devrimci yükseliş döneminde devrimcilerin “denizi” milyonlarca insandı. Eylül darbesiyle hapsediklerinden o dönemde ortaya çıkan edebiyat verimi ağıt acısı yükselen birer çığlıktır. Sorgu ve hapishane süreçlerine odaklanan, üreticilerinin dar deneyleriyle sınırlı eserlerin çokluğu, hapishanede yapılan/ üretilen bir edebiyat yerine o yıllarda türlü nedenlerle hapishane eksenli edebiyata meyledildiğini gösterir. Edebi kriterlerin pek gözetilmemesi nedeniyle tarih sınavını geçerek o günlerden bugüne ulaşan çok az ürün bulunuyor. Belirli bir toplumsal maddi döneme odaklanan, şartlar değiştiğinde yeni kuşaklara “bir şey söylemeyen” her ürün bu riskle yüz yüzedir.
90’lı yıllarda birçok bakımdan eşi benzeri görülmeyen direniş örnekleri yaratılmasına karşın devrimcilerin “denizi” olan halk verilen mücadeleye en fazlasından saygı duymakla yetinirken yığınsal destekten uzak durdu. Militanlıkta, etme duygusu zihinsel yenilenmedeki yetersizlikle birleşince çok renkli/ bileşenli ezilenler dünyasıyla temas noktaları iyice seyreldi. Kişisel yenilgiler almamanın toplumsal mücadelede belirleyici önem taşımadığı gerçeğini fark etmek, kendisini devrime adayan kimseler bakımından elbette kolay değildi. Ancak yalnızlığın bilgisi ve bilinci ile ’71 devrimci çıkışını gerçekleştirenlerle ortaklaştırdı. Pahası ağır bir hayat bilgisiydi.
En geniş bileşenleriyle birlikte Türkiye sosyalist hareketinde ’71 sonrasının asıl handikaplarından biri gruplar dünyasına hapsolmaktı. Aydınlarla, edebiyatçılarla “kurulan” ilişki de böyleydi. “Organik aydın” ifadesinin dar anlamda bir siyasal gruba mensubiyet biçiminde anlaşılmasıyla birlikte kendinden olmayanı yok sayma veya görmezden gelme tutumu bir tür ortak reflekse dönüştü. Her bakımdan problemli olan bu tavır zaman içinde bütün sosyalist hareketi yoksullaştırdı. Edebi üretimde bulunmak isteyenlerin böylesi nedenlerle hayata kendi başına devam etmek zorunda bırakılmaları/ kalmaları trajiktir.
Entelektüel daralma, kendini tekrar ve kurumanın vahameti 90’ların ikinci yarısında sınırlı güçlerle gerçekleştirilen politik mücadelenin iyice zayıflamasıyla anlaşıldı, yeniden ilişki kurma yolları denendi ancak o damar bir kez kurumuştu. Hapishanelerdeki edebiyat da bu genel tablo içinde önceleri politik mücadelenin basit bir aracına indirgenirken zamanla, özellikle başka seslerle, anlayışlarla temas çoğaldıkça edebiyat ve politika ilişkisinin birbirinden görece özerk olduğu fiilen kabullenildi.
“Hapishane edebiyatı” ifadesi, bir mekan olarak “Hapishanelerde üretilen edebiyat” biçiminde ele alınırsa verimli bir tartışmaya kapı aralar. Edebiyat her şeyden önce edebiyattır, kendi ölçüleri vardır ve herhangi bir sıfata gerek duymaz. İç dökmelerin şiir olmadığını, “Hayatım roman” diye kaleme sarılmaların romanla sonuçlanamayacağını bilmek bile çoğu zaman işe yarar.
Hapishanelerdeki tecrit uygulamalarını bir yana bırakırsak dışarıdaki bir edebiyatçı için çalışma ofisi/ odası ne ise hapishanedeki yazar bakımından güçlükle bulabildiği bir masa odur. Yazarın işi şikâyet etmek değil dününü bildiği edebiyatın bugün geldiği noktadan söz alıp üretimde bulunmaktır. Asıl önemlisi kişinin yazarlık kuşamının bulunmasıdır, bu varsa kendisini en olumsuz şartlarda üretebilir.
Ortaya çıkan eserlere bakıldığında, sol sosyalist harekette son altı yedi yılda görülen kıpırtılar bir yana hapishanelerdeki edebi verim bugün asıl olarak Kürt siyasal hareketiyle türlü biçimlerde temas eden bireylerde gövdelenir. Sara Aktaş, Rojbin Perişan, Murat Türk, Mehmet Boğatekin, Naif Bal ilk anda akla gelen isimlerden.
90’lı yıllarda Kürt siyasal hareketinin edebiyat konusunda araçsalcı/ indirgemeci tutumuyla kıyaslandığında bugünkü üretim çeşitliliğin bir rönesans olduğunu söylemek gayet mümkün. Henüz kendi sesini tam bulamayan, güçlü/ profesyonel editörlerin katkısına ihtiyaç duyan ve iki dilli yürüyen bu edebiyat, Kafka gibi özgün çeşitli isimlerin mukalliti olmayan çalışmadan, “Beni kimse anlamıyor” türü ergenlik klişelerine sığınmadan kendi yordamınca söz üretmesi bakımlarından dikkatle takip edilmeye değer.
Sami Özbil, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Cezaevi, Ocak 2014
0 yorum:
Yorum Gönder