Özcan Karabulut
Hapishaneler, kendimizle ve hayatla en yakıcı biçimde hesaplaştığımız yerlerdir. Bu hesaplaşmaya hapishanede yaşadıklarımız da dahildir. Dahası, en yoğun okumalardan birinin buralarda yapıldığı düşünülürse, hesaplaşmalarımıza okuma uğraşının da eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Şöyle bir şey galiba: Her türlü görev ve sorumluluğumuzun içinde, ötesinde düşünüyor ve sorgulamaya başlıyoruz. İnsanı ve hayatı farklı boyutlarıyla kavrıyor, farklı bakış açıları kazanıyor, kendimizin ve başkalarının, başka başka şeylerin farkına varıyor, bütün bunlarla birlikte birey olmanın kapısını aralıyoruz. Birey olmak, özgürlüğün ve yaratıcılığın da keşfi anlamına gelmiyor mu?
Hapishanede bireysel arayışlara cevap veren, ya da karşılık gelen uğraşlardan biri de hiç kuşkusuz edebiyattır. Hayata bir tutunma biçimi olarak edebiyat. Ya da kendimizi ifade edebileceğimiz, gerçekleştirebileceğimiz bir alan. Nâzım, Bursa Cezaevinde bu serüveni yaşamamış olabilir mi? Sinop Cezaevinde Sabahattin Ali: Onu deli dalgalara karşı ayakta tutan neydi? Cezaevi serüveninin şu ya da bu biçimde şairlerde, yazarlarda, ya da yazar adaylarında bir karşılığı olmalı: Demir parmaklıklarda çıkışsız olanın kapısının aralanması. Bir kere, insanın ve hayatın trajedisinin farkına varılmıştır. Nereden, hangi mücadelenin içinden gelinirse gelinsin, artık yazarak anlatılan insandır, hayattır, insanın ve hayatın trajedisidir hiç kuşkusuz.
79 yılında bir süre Adana Askeri Cezaevinde yattım. O yıllarda kim neler yaşamışsa ben de cezaevinde benzer şeyleri yaşadım. Cezaevi günlerinde, pek çok şeyin yanında, iki olay iz bıraktı bende: İlki, Filistinli gerillalar Mısır Büyükelçiliğini işgal etmişlerdi; bir süre sonra güvenlik güçlerine teslim oldular. Devrimciler teslim olmazlardı, ölürlerdi. İkincisi ise, bizzat arkadaşlarımız tarafından dağıtılan karavananın adil olmayışıydı. Bunları tartışıyorduk… Eylem amacına ulaşmışsa, işgal bitirilebilirdi: Bu benim de içinde olduğum tarafın görüşüydü. Belli bir grubun üyelerine yemeğin etli ve bol miktarda verilişi: Bu benim de içinde olduğum arkadaşlar tarafından kabul edilemezdi. İşin ilginç tarafı, her iki olayda da ben kendimi, kendi siyasi grubumun dışındaki arkadaşlar arasında bulmuş ve bu beni hiç istemeden cezaevi sorumlusu haline getirmişti. Eleştiri, özeleştiri, sorgulama başlayınca, özellikle 78’liler olarak adlandırılabilecek benim kuşağımın üyelerinin yaşadıklarını, yaşayamadıklarını yazarak edebiyata yöneldiklerine tanık olduk. 80’lerde Belge Yayınlarının anlatı dizisinden art arda çıkan kitaplar buna örnek olarak verilebilir.
Benim yazar olmamı sağlayan dört etkenden söz edebilirim: İlki, bana ilk hayat bilgilerini kazandıran çocukluğumun ve ilk gençliğimin Adana’sıdır. İkincisi, Erzurum’da verdiğimiz politik mücadele ve zorunlu olarak ölüm korkusunu yenmem (Erzurum o yıllarda bizim için büyük bir cezaeviydi) . Üçüncüsü, Adana Askeri Cezaevindeki okumalarım ve hesaplaşmalarım. Dördüncüsü ise, politik mücadelesiyle, sorgulamalarıyla, Edebiyat Kulübü’yle, Yurtlar’da yazdığım ilk öyküyle, arkadaşlarımla, bir dönemin Ankara’sıyla ODTÜ’lü yıllarımdır.
Haydar Karataş
Öncelikle birincisi Türkiye Cezaevleri ile ilgili yazılmış iyi romanlarımız var mıdır sorusudur; Orhan Kemal’in “72. Koğuş”u ve Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan” eserleri ülkemizdeki hapishane dramını anlatan iyi ürünlerdir. Her iki eser de halka mal olmuştur. Ne acı ki yüz binlerce insanın hapis yattığı ülkemizde bu eserlerin edebi niteliğini aşan ürün bir daha verilemedi. Belki vardır, yayıncılar, eleştirmenler yeterli ilgiyi göstermiyor da olabilir, bilemem.
Ama kastınız sol gelenekle ilgiliyse, yani devrimci ediminden dolayı hapse girmiş ve orada yazmaya başlayanların verdiği ürünlerse söz konusu olan, bu noktada iyi şeyler söylemem mümkün değil.
Şöyle düşünün, hapse atılan on binlerce genç devrimci var ve onlar o hapishanelerde neler neler yaşarlar. Sadece operasyonlar, ölümler değildir mesele! Onlar için ölüm sıradan bir şey, onunla dalga geçerler, doğrusu ülkemizde ölüm o kadar ucuzdur ki bu ucuzluğun ‘kahramanlık’ şiirini, romanını yazmak banal kalıyor.
Eğer konuşacaksak, öyle üstünkörü konuşmayalım derim, yaraya dokunmak lazım, bu acının, dramın edebiyat dili neden ‘eksik’ kaldı sorusu, derin bir akli muhakemeyi işaret eder.
Devlete karşı isyan edip gemileri yakmış genç devrimcinin karşısına çıkan ve onu esir alan o ‘küçük dogma’ nedir? Devrimci cezaevi edebiyatı bunca deneyime rağmen bu ‘dogma’ ile hesaplaşma dili bulamadı. Bu DİL yakalanamadığı için Orhan Kemal’in “72. Koğuş” ve Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan”ı tadında bir cezaevi romanımız olmadı. Aslında bir yazını, politik söylemden ve yaşanandan ayırıp onu bir edebi esere dönüştürmenin ilk aşaması bu dil hesaplaşmasıdır. Burada da solun edebiyata bakış açısı cezaevinde yazmaya başlayanların karşısına çıkıyor.
Ben solun cezaevinde roman yazamamasını, edebiyatçının bu hesaplaşmaya girme korkusuna bağlıyorum. Bu nedenle her darbenin yüz binlercesini hapislere doldurduğu devrimcinin hayatı cezaevinde dilsiz kalmıştır. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve 1990’ların romanı yazılamamıştır.
Elbette yazılan çok şey var, ancak onlar edebi kaygıdan ziyade, siyasi önceliklerle yazılmış ya da uçurumun başına gelmiş ancak ‘intihar’ etmeyi göze alamamış denemelerdir. Edebiyat intihar etmeyi göze aldığı an edebiyat olur, hapishanede yazılmış çokça metni okumuş ve düzeltmiş biriyim, bu gidişle uzun bir süre daha hapishanelerin romanı yazılamaz inancındayım.
Bir başka nokta bugün açısından böyle bir romanı kime yazacaksınız, hangi okura sorusudur. Günümüz solu insan hikayesi dinlemek istemiyor, onun kafasında sınıflandırılmış ve düşmanlık kategorisine göre ayrıştırılmıştır her şey.
Nazım Hikmet’in Kan Konuşmaz romanı bunun en iyi örneğidir, işçi devrimci, usta proleter, öğrenci küçük burjuva, yönetici işbirlikçidir! Oysa edebiyat siyasetin söylediğini anlatı diline döktüğü an ölür! Edebiyatın hikayesi, siyasetin ‘hain’ gördüğünü kahraman yapmayı becerdiğinde başlar. Bu büyük şairin romanlarının heyecanlı olmamasının nedeni budur. Hem böyle bir romanı okumaya neden gerek duyulsun, küçük burjuvanın kaypak olduğu başından bilinir, yöneticinin de burjuva olduğu!
Bir başka şey de dava ve kutsanmışlıktır. Kutsanan ‘davaların’ edebiyatında bir şey eksik kalıyor. En fazla İslami yazarların ve milli edebiyatçıların yaptığı gibi bir şey yaparsınız. Ne olur, Müslüman kadın iffetlidir, haliyle roman temanızda gayrimüslimi, oluşturduğunuz olumlu öğenin iffetsiz hali olarak karakterize edersiniz. Servet-i Fünun, ilk dönem milli edebiyatımız ve günümüzde yazılan muhafazakâr kesimin romanları bunun örnekleriyle doludur. Solun cezaevi edebiyatında bu var, haini bol, kahramanı çok ama çıplak insanın iç karmaşası, insanın başını döndüren o gel-gitleri eksiktir.
Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza”sını politik olarak okursanız, Raskolnikov yaşlı bir kadını ve hizmetçisini öldürmüş bir katildir, ama edebiyatçının tılsımı odur ki, katilin ruhunun derinliklerine iner ve oradan vicdanlara seslenen bir dramı ortaya çıkarır.
Oysa hapishanelerde yazılmış eserlerin ağırlıklı bir kısmında, “hain” hain olarak durur, “itirafçı” ise itirafçı, bağlı olduğu örgütün istediği ideal insan içinse bolca methiye vardır bu edebiyatta. Evet hapishanede devrimci ‘dik’ durmalıdır ama söz konusu olan edebiyatsa, edebiyatçı ağlamayı, yarattığı roman kahramanının başında gözyaşı dökmeyi göze almalıdır derim.
Bir örnekle bitireyim, Gebze Cezaevinde Kürt koğuşunda kalıyordum, beş çocuk babası olan Cabbar adında bir mahkûm vardı. Örgüt nedir bilmezdi, PKK’yi de bilmiyordu ama gene aynı cezaevinde olan başka bir Kürt, polis dayağına dayanamamış ve “Benimle beraber eyleme gelen diğer adam Cabbar’dı” demiş. Haydaaa! Cabbar acıdan hapishanenin duvarlarını tırmalıyordu. Dil bilmeyen eşi ve beş çocuğu Cabbar tutuklanmadan iki ay önce gelmiş İstanbul Güngören’e. Nerede yaşarlar dersiniz, bir kamyon kasasında. İlk evleri orası. Cabbar bir köfte arabası alır, niyet köfte satıp bir ev kiralamak, kıyma borç, köfte arabası borç, köfteye can katan soğan borç. Olsun o mutlu yuvayı kiralayacak bütün ön hazırlıklar tamdır ya, ama Cabbar’ın ilk köftesini satacağı gün Kürtlerin büyük bayramı Newroz’dur. Yaptığı köfteleri tepsiye koyar, rengarenk Kürdün aktığı Newroz meydanına gider, ama akşam eve dönmek yerine müebbet hapis alacağı cezaevine gelir.
Bu işin bir yanı...
Bir de bu meret hayatın ters tarafı var elbet.
Cabbar dışarıdaki aileyi nasıl ayakta tutacak, elbette maneviyatla, anılarla, hatıralarla ama, bunların hepsi cezaevinde yasaktır. Mektuplar örgüt yöneticileri tarafından okunur, okunmasa Cabbar kızına öyle güzel mektuplar yazacak ki, kızı da annesine okuyacak.
Bir gün Cabbar gizli bir defter getirdi bana,
“Haydar Heval, bu yazdıklarımı daktilo eder misin,” dedi. Der demez de dünya durdu sandım. Meğer politikanın, örgütlerin, devletlerin geçip gittiği bu dünyada, Cabbar’ın içi kan ağlıyormuş, yazamadığı mektuplar orada yazılmış. Kurşun kalemle yazılmış bu defterinde, neden hapiste olduğunu anlamıyor, Kürtlükle hapislik arasında da bir bağ kuramıyordu bir türlü. Hiç unutmam, başları kötü olan ancak beş on sayfa sonra tamamen bir drama dönen bu hayat, defterin bir yerinde kuyuya atılmış Yusuf Peygamber oluyordu. Cabbar o kuyudan konuşuyordu. O kuyunun başına tanrı geliyordu, örgüt geliyordu ve en fecisi devlet ve polisi geliyordu. Ama bu kuyunun başına sadece kötüler gelmiyordu, bazen de Cabbar’ın çocukları geliyordu, her biri birbirinden güzel, parmakları minnacık, gözleri ışıl ışıl çocuklar. Hep gülüyorlardı, minik parmaklarını küçük kedi yavruları gibi uzatıyorlardı Cabbar’a, Kürtçe “Baba” diyorlardı, “baba elini niye vermiyorsun!” Cabbar’a göre bu eller birbirine kavuşsa mahkeme onu bırakacaktı. Ama bir türlü kavuşmuyordu o eller, kuyu derinleşiyordu, ses uzaklaşıyordu, Cabbar çıldırıyordu. Cezaevi havalandırmasında iki duvar arasında gelip gidiyordu.
...
12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve şimdilerde yazılanların büyük bir kısmı bazı yerlere yetiyor da, galiba edebiyat okuruna yetmiyor.
Ha, bu deftere ne mi oldu, elbet bir gün biri çıkar anlatır o defterin hikayesini... Hele bazı acılar dinsin bir.
14 Ocak 2014, Zürih
Burhan Sönmez
Cezaevi Edebiyatı ile, cezaevini konu edinen eserlerin yanı sıra, belki de ondan çok, cezaevinde üretilen eserler kastedilir. Bir tutsak olarak sanatçının kendini yeniden üretmesi, dünyaya sözcüklerle anlam vermesi, fiziki konumundan dolayı ilgi çekicidir.
Ahmed Arif’ten Sevgi Soysal’a kadar pek çok şairin, romancının, öykücünün geçtiği cezaevleri, insanın bedeninden önce zihnine bir meydan okumadır. Bu tehdide karşı bir itiraz gelir sanatçıdan. “Her şeye rağmen sözümü söyleyeceğim” der. Antik Çağ’daki “parrhesia” kavramına denk düşen bu konum, düşünceyi açıklamanın yanı sıra, o düşünceyi açıklarken karşılaşılacak tehlikeyi göze almayı da ifade eder. Riski göze almak, her tür iktidara karşı sesini yükseltmenin gereğidir, hâlâ.
Edebiyat, görüneni anlatır gibi yaparken, görünmeyene dokunur. Bize yeni bir bakış sunar. İnsan ruhunun derin, korkunç, yalnız, zavallı ve asi yanlarına odaklanan bu bakış, iktidarın da ruhunu okur. Buradaki iktidar, formlardan (siyasi bir organizmadan) ziyade, normlardır (ideoloji, gelenek, ahlak). Marquis de Sade, Dostoyevski ve Nazım Hikmet gibi farklı çağlarda cezaevlerinde kalan edebiyatçılar, yerleşik normlara karşı çıkıp, onlarla boğuşurken, edebiyatı sadece bir biçim olarak kullanmadılar, onu hayatın yeni bir yüzü haline getirdiler. Var olan gerçekle mücadele etmenin yolu, başka bir düzlemde –edebiyatta- yeni bir gerçek yaratmaktan geçiyordu. Çünkü edebiyat, kafes örmeyi bilmeyen bir kuştu; kafese kapatılmakla da gökyüzünü unutmazdı.
Pram’ın hikâyesi, cezaevi literatürünün özgün örneklerinden biridir. Modern Endonezya’nın en önemli yazarı sayılan Pramoedya Ananta Toer, halk arasında Pram diye anılır (ölümü, 2006). Yaşamının yaklaşık otuz yılını cezaevinde ve ev hapsinde geçirdi. 1965 yılındaki darbeden sonra bir kez daha yakalanarak, cezaevi olarak kullanılan Buru Adası’na konmuştu. Romanlarını nasıl yazacaktı? Onları dışarı çıkarmayı nasıl başaracaktı? İlk zamanlar kalem bile verilmeyen Pram, kendine özgü bir yol buldu ve tutsak arkadaşlarının hafızasına yazdı kitaplarını. Kelimenin gerçek anlamında. Romanlarını zihninde kuruyor, cümlelere dönüştürüyor, sonra arkadaşlarına söylüyordu. Tutsak arkadaşları da onun romanlarını ezberliyordu. Ünlü Buru Dörtlüsü’nü böyle yazdı. Sonra kağıda dökebildi. Cezaevinden çıkan arkadaşları yalnızca Pram’ın kitaplarını basan bir yayınevi kurdular. Güneydoğu Asya’nın Nobel’i olarak anılan ve dünyanın pek çok dilinde okunan Pram, henüz Türkiye’de yayımlanmadı. Buru Adası’ndan çıkmayı başaran kitapların, bu topraklara da ulaşmasını dileyelim.
Ahmet Büke
Edebiyat insanın ve doğanın acıyan yerinde atar. Yani mahpusluğun içinden edebiyatın geçmemesi zaten düşünülemez. Bütün bunlardan öte, insanı hayata ne bağlıyorsa o kıymetlidir. İçeridekilerin bir umudu da edebiyat. Bu bile cezaevi edebiyatının ne kadar mühim olduğunu gösteriyor. Hatta dört yanımızı saran kibre bile iyi gelebilir oradan sızan sesler.
Şerif Temurtaş
Türkiye eylül faşizmi ile kuşatıldığında ilk direnen edebiyattı, ama ille de şiirdi. Bugün edebiyatımızda belli bir yaşa gelmiş şair ve yazarların çoğu ilk ürünlerini askeri ve özel tip(E) cezaevlerinde verdiler. İlk ürünlerini çoğu, bu dönemde Ankara’da çıkan Yarın dergisinde yayınladı. Görülmüştür damgalı mektuplardan çıkan cezaevinde yaratılmış ürünler. Cezaevi edebiyatı dendiğinde akla ilk gelen isimler, Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve A.Kadir olmadan cezaevi edebiyatı olur mu hiç? Türk edebiyatının temel taşları belki de cezaevi edebiyatı ile oluşmuştur. Ancak zaman zaman sığ bir yazı ve şiir kümesine de düşüldüğü görülmüştür. Yine de, hapishaneler, şairlik-yazarlık için özel laboratuarlardan biri olmuş, her dönemde öncülerin neredeyse hepsi bu demir ve taş yığının içinden geçmiş, dahası üretmiş, ürettiğini paylaşmış ve aydınlık bir gelecek için savaşmıştır.
Onur Caymaz
Aslında kendi hesabıma yazında “çocuk ve gençlik”, “cezaevi” gibi sınıflamalardan evvel ezel hoşlanmadığımı baştan söyleyeyim; umut şiirleri, aşk şiirleri, doğa şiirleri gibi kategoriler; kadın şair, eşcinsel öykücü ve benzer sınırlamalar da beni cezbetmiyor; şair şairdir, metin metin, edebiyat edebiyat; bunların önüne ya da çok şekilliymiş gibi ardına tabak fırlatır gibi sıfatlar ekleyip çıkarmak bana boşa zaman kaybı gibi geliyor nedense.
Öyle ya! Zira burada zemin hep biraz belirsiz, kaygan gibidir. X edebiyatı dendiği vakit, oradaki o X, yazara ait bir durumu, eserle ilgili birtakım özellikleri mi yoksa metnin hitap ettiği kitleyi mi, yoksa ne bileyim X’te geçip giden hikâyeleri mi belirtir; neyi belirler, neyin sınırını aşar, neyde yetersiz kalır, emin olamıyorum.
Dostoyevski’yi ele alalım, çocuk ve gençlik edebiyatı sınıfına girmez ama on yedi yaşında birinin Suç ve Ceza’yı okuması çok harika bir şeydir. Çocuk ve gençlik edebiyatı eserleri yazanlar arasında çocuğa ve gence pek rastlamayız ama cezaevi edebiyatına dahil edilen kişiler genelde cezaevindedir. Yeryüzünü bir cezaevi gibi görerek yazan bir kadını kadın şair ya da şair kadın olarak mı nitelemek gerekir, cezaevi kategorisine dahil etmek mi? Belirsiz, kaygan diyerek böyle şeyleri kastediyorum. En sınır tanımayan şey edebiyat olmalıyken edebiyata sınır koymak biraz garip değil mi?
Başbakanının o döneme göre sakıncalı yani kötü bir şiir okuduğu için (şiir kötü olduğu için değil, sadece okunduğundan, kaldı ki kötü de bir şiirdi o) hapis yattığı, sonra uzun zaman bundan kendisine mağduriyet payı çıkardığı, fakat mazlumluk hali geçtikten sonraki uzun iktidar sürecinde (iktidar hüzünlü bir şeydir, ayıptır hatta) çıkmamış kitapların bile toplatıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Son hesaplaşmada bu ülkede her insanın, aydının, sanatçının, manavın, öğretmenin; zulme boğazına kadar batmış yavşaklar hariç, hapse düşme ihtimali her zaman vardır. Hapse düşenin de edebiyata sarılma olasılığı. Yaşam bitmediği müddetçe edebiyat sürecektir.
Yine de bazı sosyolojik durumları belirlemek için bu tür tanımlamalar kullanmak olası galiba. Cezaevini anmadan bir Kemal Tahir’den söz açmak mümkün müdür? Hapis yatmasaydı romancılığını zenginleştiren Anadolu insanını tanıma şansı olur muydu? Hapse düşmeden önce de yazan Nâzım, acaba bunca yıl içerde kalmasa dünya edebiyatının başyapıtlarından sayılacak Memleketimden İnsan Manzaraları’nı üretebilir miydi? Bunlar dışında yazdıkları ilk kez dergilerde göründüğünde, yani edebiyat âleminin kapısından içeri adım attığında içerde yatan, idamla yargılanmakta olan bir Nevzat Çelik örneği var. Şafak Türküsü ve Müebbet Türküsü cezaevi edebiyatı diye bir şey varsa bu sınıfın kaliteli ürünlerinden sayılabilir. Öyle cezaevinde uzun zaman ya”z”mışlığı olmasa da Orhan Kemal yazarlığında cezaevinin yerini nasıl yadsıyabiliriz peki? Hapiste Nâzım’a rastlamasaydı yazarlığa bambaşka şekilde adım atmış olmaz mıydı?
Belki cezaevi edebiyatı tanımlanmasına böyle bir pencereden bakmak mümkün olabilir en fazla. En azından, ben böyle düşünüyor, voltaya çıkıyorum. İyi günler...
0 yorum:
Yorum Gönder