Hekimlik dendiğinde akla Hipokrat gelir. Hipokrat tıbbı tanrıların tekelinden kurtarıp ölümlülerin hizmetine sunmak suretiyle tıpta ilk büyük devrimi gerçekleştirerek bu onuru fazlasıyla hak etmiştir. Fakat ondokuzuncu yüzyılın ortasında tıpta ikinci büyük devrimi gerçekleştiren Alman hekimleri pek azımız tanırız. Bunlardan Salomon Neumann 1847 yılında “tıp iliğine, kemiğine kadar bir sosyal bilimdir” diyerek geleneksel tıp ve hekimlik kavrayışını alt üst etmiştir. Toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow “tıp bir sosyal bilimdir” tümcesini Neuman’dan bir yıl sonra Rudolf Leubuscher ile birlikte yayınladığı Tıp Reformu dergisinin mottosu yapacaktır.
Alman hekimler hastalıkların toplumun sosyal ve ekonomik örgütlenmesinin ürünü olan toplumsal eşitsizliklerden kaynaklandığını ve bu nedenle tıbbın sosyal bilimler arasında yer alması gerektiğini ifade etmişlerdir. Modern tıbbın emekleme henüz döneminde olduğu bu yıllarda Alman hekimlerin bu yargısı daha çok “sezgilere” dayanmaktadır. Fakat 150 yıl sonra Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Sağlığın Toplumsal Belirleyicileri Komisyonu bu sezgilerin tamamen doğru olduğunu ilan etmiş ve toplumsal eşitsizlikler giderilmeden hiçbir ilacın veya ameliyatın, hiçbir teknolojinin veya genetik keşfin sağlık sorunlarına kalıcı çözümler getiremeyeceğini kabul etmiştir.
Avrupa’da ve ABD’de sosyal bilimcilerin tıpla ilgilenmeye başlamaları yeni değildir. Yirminci yüzyılın ortalarına doğru tıbba ve hekimliğe egemen olan biyolojik indirgemecilik ve biyomedikal modelin sağlığın ve hastalıkların toplumsal belirleyicilerine gözünü kapatması eleştirilmeye başlanmıştır. Bu tartışmalar DSÖ’nün 1948 yılında “hastalığın ve sakatlığın yokluğu” şeklindeki geleneksel sağlık tanımını, “yalnızca hastalığın ve sakatlığın yokluğu olmayıp, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve sosyal bakımdan tam bir iyilik hali” şeklinde değiştirmesine yol açmıştır. Böylece sosyal bilimciler tıbba daha fazla ilgi duymaya başlamışlar ve sağlık/hastalık olaylarına “sosyal bilimci” gözüyle bakarak, hekimlerin “göremedikleri” birçok gerçeği (örneğin medikalizasyon, farmasötikalizasyon) ortaya çıkartmışlar, hekimlere tıbbın yıllardır “hasta” olarak tanımladığı LGBT bireylerin sadece cinsel tercihlerinin farklı olduğunu öğretmişlerdir. Yine bugün tıbbın en büyük açmazları arasında ilk sıraları alan aşırı tanı ve aşırı tedavi gibi konuları sosyal bilimcilerin katkıları olmaksızın kavramak çok zor olurdu. Hekimler bugün Foucault veya Lemke okumaksızın başarılı bir hekim olamayacaklarını daha iyi görüyorlar.
Ülkemizde ise ne yazık ki sosyal bilimcilerin tıbba çok uzun yıllar boyunca ürkerek yaklaştıklarını görüyoruz. Dünyada 150 yıldır tıbbın aslında bir sosyal bilim olduğu söylenmesine karşın, ülkemizde sosyal bilimciler bu alana en hafif deyimle ilgisiz kalmışlardır. ABD ve Avrupa’da “Tıbbi Sosyoloji”nin 1950’lerden beri kurumsallaşmasına karşın, bu disiplin Türkiye’ye ancak 1990’larda ve yalnızca büyük üniversitelerde girebilmiştir. Fakat tıp eğitimi içinde sosyal bilimler bugün dahi yer almamakta, ülkemizde tıp eğitimi DSÖ’nün bütün çalışmalarını sağlığın toplumsal belirleyicileri yörüngesine oturtmasına karşın hala tamamen biyomedikal bir yaklaşımla sürdürülmektedir.
Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır, tam da bu ortamda çöl ortasında bir vaha gibi karşımıza çıkmıştır. Sosyal bilimcilerin büyük çoğunluğunun tıbbi sosyoloji içinde dahi hastalıkları doğrudan ele almaktan kaçındıkları ve kendilerini sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi veya hasta-hekim ilişkileri gibi daha ikincil konularla sınırladıkları bir ortamda beş sosyolog, üç iletişimci, bir iktisatçı ve bir felsefeci akademisyenin hekimlerle birlikte bir tıp kitabı kaleme almaları çok umut vericidir.
Kitabın ilk yazısı bir ekonomistten: Fuat Ercan sağlık hizmetlerinde metalaşma olgusunu mitolojiden referanslarla ele alıyor. Bu yazıda Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın gerçekte neyi dönüştürdüğü ve hastaların “müşterileşme” süreci çok açık bir şekilde gözler önüne serilmiş. Cavit Işık Yavuz’un sağlık hizmetlerinin kapitalizm bağlamında değerlendirdiği yazısı sanki Ercan’ın yazısının devamı gibi olmuş. Kapitalizmin tıptan beklentilerinin incelendiği yazıda özellikle 1980’lerden sonra yerleşen Yeni Dünya Düzeni içinde tıpta ve hekimlikte meydana gelen değişimler, bu değişimler içinde Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer Birleşmiş Milletler kuruluşlarının oynadığı roller anlatılmış. Bu iki yazı üzerine Temmuz Gönç Savran’ın yazısı, önceki yazılarda aktarılan süreçlerin derinleştirdiği toplumsal eşitsizliklerin sağlık üzerine etkilerini değerlendirmiş. Eskişehir’de yürütülen bir alan çalışmasının verileri üzerinden yapılan değerlendirmede, özellikle son yıllarda Türkiye’de sağlık hizmetlerine erişimde fırsat eşitliği sağlanmasının, toplumsal eşitsizliklere müdahale edilmemesi nedeniyle tek başına beklenen iyileşmeyi sağlayamadığı vurgulanmaktadır.
Cem Terzi’nin bilimin tıbbi sanayi kompleksin hegemonyası altında nasıl ezildiğini incelediği yazısı, dünyanın en prestijli tıp dergileri üzerine endüstri baskılarından örnekler vermektedir. Murat Civaner ise kapitalizmin tıp ve hekimlik üzerine etkilerini etik merceğinden değerlendirmektedir. Son yıllarda kullanmaya başladığı Sokratik Diyalog yöntemini bu kitapta da kullanan Civaner, piyasa ekonomisi ile hekimlik mesleği arasındaki kan uyuşmazlığını sergilemektedir. Kayhan Delibaş bir sosyolog gözüyle kapitalizmin kar hırsının toplumsal yaşamı nasıl bir korku tüneline çevirdiğini ve insanların çaresizliklerini nasıl ranta dönüştürdüğünü anlatmaktadır. Kitap içindeki en orijinal yazılardan biri üç iletişimcinin kaleme aldığı sağlık haberleri değerlendirmesidir. Çok uzun ve yorucu bir çabanın sonuçlarını aktaran yazarlar kapitalizmin sağlığı ve tıbbı nasıl magazinleştirdiğini ve bu yoldan kitle iletişim araçlarını kullanarak sağlık pazarını genişlettiklerini anlatmaktadırlar.
Karasu ve Ulaş psikiyatrinin iktidarlar tarafından nasıl kötüye kullanılabildiğini bir kez daha anımsatarak, kapitalizmin bu alandaki tahribatını, nasıl “yeni” hastalıklar üretildiğini ve bu süreçte ilaç firmalarının rolünü tartışmaktadırlar. Osman Elbek ve Onur Kartal’ın birlikte kaleme aldıkları Tıp Asla Sadece Tıp Değildir başlıklı yazı okura ülkemizde ne yazık ki çok okunmayan Foucault’nun önemli eserlerini tanıtmaktadır. Alaz ve Zeki Kılıçarslan ise bu yıl dilimize çevrilen Overdiagnozed (Aşırı Tanı) kitabından örneklerle kapitalizmin tanı kriterleriyle (hipertansiyon, kolesterol düzeyi değerleri vb) oynayarak insan sağlığına nasıl zarar verdiğini anlatmaktadırlar. Aylin Nazlı’nın tarihsel süreçlerde ölüme yaklaşımımızdaki değişimi değerlendirdiği yazı, kapitalizmin “yaşamı uzatma” vaatlerini tıp üzerinden nasıl ranta çevirdiğini sergilemektedir.
Kitabın son üç yazısı Elbek ve Adaş tarafından kaleme alınmıştır. Bu yazılar daha önceki bölümlerde değerlendirilen süreçlerin hekimlik mesleği üzerindeki etkilerini ele almaktadır. Yalnızca mesleğin değil, bu mesleğin erbapları hekimlerin de değiştiğini anlatan yazarlar, piyasa kuralları içinde hekimliğini sürdürmeye çalışanların gündelik yaşamda karşı karşıya kaldıkları çelişkileri ve etik sorunları sergilemektedirler. Sağlıkta Dönüşüm Programı ile kelimenin tam anlamıyla birer ticarethaneye dönüşen sağlık kurumlarının artık “eski” şifa yuvaları olmadığını göstermektedirler.
Mutlaka okunması ve “gerisinin getirilmesi” gereken bir kitap. Sağlığımız bu tür çalışmaların artmasına bağlı.
0 yorum:
Yorum Gönder