21. yüzyılın ilk büyük ekonomik krizi, 2008 yılında kapitalist sistemin merkezinde, ABD’de patlak verdi. Ekonomik büyüme oranlarındaki gelişime bakıldığında günümüzde dünya ekonomisinin krizin etkilerini atlatmaktan uzak olduğu, hatta 2013’teki gibi 2014’te de ekonomik büyüme temposunun azalmaya devam edebileceği görülüyor. Böyle bir konjonktürden Türkiye’nin etkilenmemesi olanaksızdır. Ancak bu etkinin boyutunu, Türkiye ekonomisinin yapısal dinamikleri ve mevcut devlet krizinin ne yönde gelişeceği belirleyecektir. Bu yazıda meselenin ekonomik yönüne odaklanacağız.
Dünya Ekonomisinde Yaklaşan Ekonomik Durgunluk
Krizin patlak verdiği ABD ekonomisi, 2008 ve 2009 yıllarında sert bir daralma yaşadıktan sonra 2010’dan itibaren yeniden büyüme trendine girmişti. Ancak 2013’e geldiğimizde ekonomik büyüme temposu yavaşladı ve 2013 büyümesinin 2010’un da gerisine düşeceği tahmin ediliyor. Euro Bölgesi 2010 ve 2011’de yüzde 2’nin altında büyüse de, ABD’den farklı olarak 2012’den itibaren ekonomik daralma yaşıyor. Japon ekonomisi, diğerlerinin aksine 2011’de yeniden ekonomik daralma yaşadı ve 2013 için beklenen büyümesi yüzde 2’ler düzeyinde. İlgilenen okuyucu, ekonomik büyüme temposunun yavaşlaması dahil olmak üzere küresel krizin özellikle ABD ve AB bağlamında yaratması muhtemel sonuçları etraflıca değerlendirdiğimiz, Ali Rıza Güngen ile birlikte hazırladığımız ve yakında Notabene Yayınları’ndan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” başlığıyla çıkacak olan kitabımıza bakabilir.
Erken kapitalistleşmiş ülkeler 2008 krizinden önemli ölçüde etkilenirken, bu dönemde dünya büyüme ortalamasını krize rağmen yüzde 8’in üzerinde büyüyen Çin ve Hindistan gibi geç kapitalistleşen ülkeler yükseltiyordu. Ancak özellikle 2011’den itibaren “yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkelerin de ekonomik büyüme tempolarında yavaşlama söz konusu. Kısacası, her iki gruptaki ülkeyi birlikte değerlendirdiğimizde, son iki yıldır ekonomik büyüme temposunun dünya genelinde yavaşladığını ve bu eğilimin önümüzdeki yılda da devam etme ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye Ekonomisinde Yavaşlama
Ucuz döviz, 2002-2008 arasındaki “Türkiye mucizesinin” alamet-i farikası idi. Bu yolla ithalat artsa bile enflasyonu artırmıyor, ihracatın üretkenlik artışıyla sağlanacağı bir yapı teşvik ediliyor ve bu yollarla da enflasyonsuz büyüme ortamının sağlanması mümkün oluyordu. Bu dönemdeki IMF programı ve AB’ye üyelik süreci, “mucizenin” dış garantörü olarak görülüyordu. 2008 krizine kadar, dövizin ucuzlamasını mümkün kılan, ABD’deki gevşek para politikasının yanında, Türkiye’deki faiz oranlarının yüksek tutulmasıydı. Bu dönemde ekonomik büyüme ortalama yüzde 6 düzeyinde gerçekleşti. Yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı ise “mucizenin” defoları idi.
2008 krizinin Türkiye’ye iki temel yansıması oldu. İlki başta FED’in, ardından da G-7 ülkeleri merkez bankalarının krizden çıkış için eşzamanlı olarak parasal genişlemeye gitmeleriydi. Bunun sonucunda, önemli merkez bankalarının faizleri neredeyse sıfırlanmış oldu ve Türkiye gibi ülkeler için borçlanma maliyetleri azaldı. Dolayısıyla, küresel kriz, ironik olarak, Türkiye gibi ülkelere belki de 2002-2008 dönemindekinden daha ucuza ve daha düşük faizle borçlanma imkânı yaratmış oldu.
İkincisi de, erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki şok ekonomik daralma, takip eden yıllar için de ekonomik büyümenin toparlanamaması ve potansiyelin altında kalmasıydı. Bunun sonucu ise, Türkiye’nin ihracat pazarlarının daralmasıydı. Hükümet ve sermaye çevreleri, bu etkilere iç pazara ağırlık vererek ve ihracat pazarlarını çeşitlendirmeye çalışarak cevap verdi.
İç pazara dönmenin önemli bir aracı inşaat sektörünün teşvik edilmesiydi. Bu ise, faizlerin düşük tutulabilmesini mümkün kılan uluslararası ortam sayesinde hayata geçti. İhraç pazarlarını çeşitlendirme politikası, hükümetin uyguladığı bölgesel dış politika hamleleriyle desteklendi. Ancak bu gelişmelere rağmen 2008-2013 arasındaki dönemde ekonomik büyüme temposu azaldı ve ortalama yüzde 4’ün altına geriledi. Kriz sonrasında ortada “mucize”lik bir durum kalmamasına rağmen yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı “defolar” olarak mevcudiyetini sürdürdü.
Hükümetin İkilemi: Kur Mu Faiz Mi?
Önümüzdeki dönem için hükümetin en önemli hedefi, seçim sathı mahallîni bir krizle karşılaşmadan geçebilmek ve büyümenin ılımlı da olsa sürmesini sağlamak. Ancak bu iki hedef, uluslararası ekonomik konjonktürün Türkiye gibi ülkeler lehine olmadığı bir ortamda gerçekleştirilmeye çalışılacak. Daha açık bir ifadeyle hükümet, 2008 küresel krizinden sonra ekonomik daralma yönlü etkilere rağmen hem faizlerin düşürülebildiği hem de dövizin ucuz olduğu bir konjonktür sayesinde, temposu düşse de ekonomik büyümeyi sürdürebildi. Ancak 2014 ile birlikte bu dönemin sonuna gelinmiş oldu. Hükümetin bugünkü ikilemi, muhtemel sermaye çıkışlarının olumsuz etkilerini faizleri artırarak mı yoksa döviz satarak mı karşılayacağıdır. Her iki yol da çelişkilerle doludur ve bunların belirlenmesi teknik değil siyasi kararlara dayanacaktır.
2013 uygulamasında hükümetin bu ikilemde faizleri mümkün olduğu kadar düşük tutmaya çabaladığını ve kur artışlarına genellikle faiz dışı araçlarla müdahale ettiğini gözlemledik. Ancak Mayıs 2013’ten bugüne merkez bankası, oynaklıkların aşırı olmamasında kısmi bir şekilde etkili olabildiyse de, genel trend üzerinde etkili olamadı ve TL 2013 içinde aşamalı olarak devalüe oldu.
Hükümetin faizlerin düşük tutmaya çabalamasının temel nedeni, dünyada ve Türkiye’de ekonomik büyüme temposunun azaldığı bir ortamda iç talebi canlı tutmak istemesidir. Ancak bunun yan etkisi, yabancı yatırımcı gözünde Türkiye’nin yeteri kadar çekici olmaması ihtimalidir. Buna ek olarak sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, yeterli sermaye girişi yoksa döviz satarak kuru belli bir düzeyde tutmak mümkün değildir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde uluslararası sermayeyi cezbetmek için faizlerin yükseltilmesi yönünde baskı artarak devam edecektir.
2013’ten 2014’e Türkiye: Kırılganlaşan “İstikrar”
Bu çerçevede 2013 başında Türkiye, cari açığı yüksek olan, dolayısıyla olası FED kararlarından olumsuz etkilenmesi muhtemel ülkelerden biri olarak görülüyordu. Haziran 2013’de patlak veren Gezi Direnişi, bir yandan hükümetin toplumu yönlendirebilme kapasitesinin, diğer yandan da neoliberal muhafazakâr modelin sınırlarını gösterdi ve iktidar bloğu içerisinde var olan çatlakları belirginleştirdi. 17 Aralık ile başlayan süreç ise, hükümetin farklı kesimler arasında koalisyon kurma kapasitesinin iyice daraldığını ortaya koydu ve 25 Aralık’tan sonra süreç bir devlet krizi halini aldı. Dolayısıyla 2013 başında, zaten yüksek cari açığı nedeniyle FED kararlarından olumsuz etkilenebilecek olan ülkeler arasında gösterilen Türkiye, 2014 başında yatırım için “riskli ülkeler” arasında gösterilmeye başlandı.
Bu çerçevede 2014’ün çalışanla iyi bir gelecek vaat etmediği açık. Hükümetin devlet krizi koşullarında seçimlere giderken muhtemel sermaye çıkışlarına karşı faizleri ya da döviz satışını kullanarak yapacağı müdahaleler, günü kurtarma çabasının ötesine geçemeyecek. Her iki durumda da, eğer emekçiler yaşanan tüm bu kargaşaya karşı kendi cephelerinden bütünlüklü bir cevap üretemezlerse, krizin de ekonomik daralmanın da faturası yine onlara kesilmeye çalışılacak.
Dünya Ekonomisinde Yaklaşan Ekonomik Durgunluk
Krizin patlak verdiği ABD ekonomisi, 2008 ve 2009 yıllarında sert bir daralma yaşadıktan sonra 2010’dan itibaren yeniden büyüme trendine girmişti. Ancak 2013’e geldiğimizde ekonomik büyüme temposu yavaşladı ve 2013 büyümesinin 2010’un da gerisine düşeceği tahmin ediliyor. Euro Bölgesi 2010 ve 2011’de yüzde 2’nin altında büyüse de, ABD’den farklı olarak 2012’den itibaren ekonomik daralma yaşıyor. Japon ekonomisi, diğerlerinin aksine 2011’de yeniden ekonomik daralma yaşadı ve 2013 için beklenen büyümesi yüzde 2’ler düzeyinde. İlgilenen okuyucu, ekonomik büyüme temposunun yavaşlaması dahil olmak üzere küresel krizin özellikle ABD ve AB bağlamında yaratması muhtemel sonuçları etraflıca değerlendirdiğimiz, Ali Rıza Güngen ile birlikte hazırladığımız ve yakında Notabene Yayınları’ndan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” başlığıyla çıkacak olan kitabımıza bakabilir.
Erken kapitalistleşmiş ülkeler 2008 krizinden önemli ölçüde etkilenirken, bu dönemde dünya büyüme ortalamasını krize rağmen yüzde 8’in üzerinde büyüyen Çin ve Hindistan gibi geç kapitalistleşen ülkeler yükseltiyordu. Ancak özellikle 2011’den itibaren “yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkelerin de ekonomik büyüme tempolarında yavaşlama söz konusu. Kısacası, her iki gruptaki ülkeyi birlikte değerlendirdiğimizde, son iki yıldır ekonomik büyüme temposunun dünya genelinde yavaşladığını ve bu eğilimin önümüzdeki yılda da devam etme ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye Ekonomisinde Yavaşlama
Ucuz döviz, 2002-2008 arasındaki “Türkiye mucizesinin” alamet-i farikası idi. Bu yolla ithalat artsa bile enflasyonu artırmıyor, ihracatın üretkenlik artışıyla sağlanacağı bir yapı teşvik ediliyor ve bu yollarla da enflasyonsuz büyüme ortamının sağlanması mümkün oluyordu. Bu dönemdeki IMF programı ve AB’ye üyelik süreci, “mucizenin” dış garantörü olarak görülüyordu. 2008 krizine kadar, dövizin ucuzlamasını mümkün kılan, ABD’deki gevşek para politikasının yanında, Türkiye’deki faiz oranlarının yüksek tutulmasıydı. Bu dönemde ekonomik büyüme ortalama yüzde 6 düzeyinde gerçekleşti. Yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı ise “mucizenin” defoları idi.
2008 krizinin Türkiye’ye iki temel yansıması oldu. İlki başta FED’in, ardından da G-7 ülkeleri merkez bankalarının krizden çıkış için eşzamanlı olarak parasal genişlemeye gitmeleriydi. Bunun sonucunda, önemli merkez bankalarının faizleri neredeyse sıfırlanmış oldu ve Türkiye gibi ülkeler için borçlanma maliyetleri azaldı. Dolayısıyla, küresel kriz, ironik olarak, Türkiye gibi ülkelere belki de 2002-2008 dönemindekinden daha ucuza ve daha düşük faizle borçlanma imkânı yaratmış oldu.
İkincisi de, erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki şok ekonomik daralma, takip eden yıllar için de ekonomik büyümenin toparlanamaması ve potansiyelin altında kalmasıydı. Bunun sonucu ise, Türkiye’nin ihracat pazarlarının daralmasıydı. Hükümet ve sermaye çevreleri, bu etkilere iç pazara ağırlık vererek ve ihracat pazarlarını çeşitlendirmeye çalışarak cevap verdi.
İç pazara dönmenin önemli bir aracı inşaat sektörünün teşvik edilmesiydi. Bu ise, faizlerin düşük tutulabilmesini mümkün kılan uluslararası ortam sayesinde hayata geçti. İhraç pazarlarını çeşitlendirme politikası, hükümetin uyguladığı bölgesel dış politika hamleleriyle desteklendi. Ancak bu gelişmelere rağmen 2008-2013 arasındaki dönemde ekonomik büyüme temposu azaldı ve ortalama yüzde 4’ün altına geriledi. Kriz sonrasında ortada “mucize”lik bir durum kalmamasına rağmen yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı “defolar” olarak mevcudiyetini sürdürdü.
Hükümetin İkilemi: Kur Mu Faiz Mi?
Önümüzdeki dönem için hükümetin en önemli hedefi, seçim sathı mahallîni bir krizle karşılaşmadan geçebilmek ve büyümenin ılımlı da olsa sürmesini sağlamak. Ancak bu iki hedef, uluslararası ekonomik konjonktürün Türkiye gibi ülkeler lehine olmadığı bir ortamda gerçekleştirilmeye çalışılacak. Daha açık bir ifadeyle hükümet, 2008 küresel krizinden sonra ekonomik daralma yönlü etkilere rağmen hem faizlerin düşürülebildiği hem de dövizin ucuz olduğu bir konjonktür sayesinde, temposu düşse de ekonomik büyümeyi sürdürebildi. Ancak 2014 ile birlikte bu dönemin sonuna gelinmiş oldu. Hükümetin bugünkü ikilemi, muhtemel sermaye çıkışlarının olumsuz etkilerini faizleri artırarak mı yoksa döviz satarak mı karşılayacağıdır. Her iki yol da çelişkilerle doludur ve bunların belirlenmesi teknik değil siyasi kararlara dayanacaktır.
2013 uygulamasında hükümetin bu ikilemde faizleri mümkün olduğu kadar düşük tutmaya çabaladığını ve kur artışlarına genellikle faiz dışı araçlarla müdahale ettiğini gözlemledik. Ancak Mayıs 2013’ten bugüne merkez bankası, oynaklıkların aşırı olmamasında kısmi bir şekilde etkili olabildiyse de, genel trend üzerinde etkili olamadı ve TL 2013 içinde aşamalı olarak devalüe oldu.
Hükümetin faizlerin düşük tutmaya çabalamasının temel nedeni, dünyada ve Türkiye’de ekonomik büyüme temposunun azaldığı bir ortamda iç talebi canlı tutmak istemesidir. Ancak bunun yan etkisi, yabancı yatırımcı gözünde Türkiye’nin yeteri kadar çekici olmaması ihtimalidir. Buna ek olarak sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, yeterli sermaye girişi yoksa döviz satarak kuru belli bir düzeyde tutmak mümkün değildir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde uluslararası sermayeyi cezbetmek için faizlerin yükseltilmesi yönünde baskı artarak devam edecektir.
2013’ten 2014’e Türkiye: Kırılganlaşan “İstikrar”
Bu çerçevede 2013 başında Türkiye, cari açığı yüksek olan, dolayısıyla olası FED kararlarından olumsuz etkilenmesi muhtemel ülkelerden biri olarak görülüyordu. Haziran 2013’de patlak veren Gezi Direnişi, bir yandan hükümetin toplumu yönlendirebilme kapasitesinin, diğer yandan da neoliberal muhafazakâr modelin sınırlarını gösterdi ve iktidar bloğu içerisinde var olan çatlakları belirginleştirdi. 17 Aralık ile başlayan süreç ise, hükümetin farklı kesimler arasında koalisyon kurma kapasitesinin iyice daraldığını ortaya koydu ve 25 Aralık’tan sonra süreç bir devlet krizi halini aldı. Dolayısıyla 2013 başında, zaten yüksek cari açığı nedeniyle FED kararlarından olumsuz etkilenebilecek olan ülkeler arasında gösterilen Türkiye, 2014 başında yatırım için “riskli ülkeler” arasında gösterilmeye başlandı.
Bu çerçevede 2014’ün çalışanla iyi bir gelecek vaat etmediği açık. Hükümetin devlet krizi koşullarında seçimlere giderken muhtemel sermaye çıkışlarına karşı faizleri ya da döviz satışını kullanarak yapacağı müdahaleler, günü kurtarma çabasının ötesine geçemeyecek. Her iki durumda da, eğer emekçiler yaşanan tüm bu kargaşaya karşı kendi cephelerinden bütünlüklü bir cevap üretemezlerse, krizin de ekonomik daralmanın da faturası yine onlara kesilmeye çalışılacak.
Devlet, Bankalar ve Kriz: Meksika ve Türkiye'de Yükselen Mali Kapitalizm, Thomas Marois, Çeviri: Beyza Sümer Aydaş, Notabene Yayınları, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder