Kasım 2000’de emarelerini gösteren, Şubat 2001’de doruğuna ulaşan finansal krizin Türkiye’de iktisadi, siyasal ve toplumsal sonuçları oldu. Kriz sonrasında büyüme neredeyse durdu, ekonomi çöktü ve işsizlik yükseldi. Krizden çıkış amacıyla ülkenin yabancı sermayeye bağımlılığını arttıran reformlar eşliğinde 2002 sonrasında ekonomi büyüme trendine girdi. Bu süreçte esnaf kesimi krizin sorumlusu olarak gördüğü Uluslararası Para Fonu (IMF) karşı büyük gösteriler düzenledi. İşçi sınıfının önemli bir kesimi ise işlerini kaybetti, ücretleri azaldı ve yoksullaşma toplumun tüm çalışan kesimlerini etkiledi. 2002 seçimlerinde ise kriz öncesinde koalisyonu oluşturan partiler DSP, MHP ve ANAP yüzde onluk barajın altında kaldı, yine 1990’lı yıllarda siyasetin aktörleri olan CHP, MHP ve Kürt Hareketinin siyasal temsilcileri dışındaki partiler siyasal hayattan silindiler.
Peki, bu kadar belirgin iktisadi, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açan 2000/2001 krizinin ekonomik doğası neydi? Krizin nedenleri, varsa krizin dışsal faktörleri nelerdi? Siyasal sonuçları ne oldu? Bu soruları cevaplamadan önce 1980 sonrası yaşanan neoliberalizme geçiş sürecine krizin ortaya çıktığı koşullara bakalım.
2001 Öncesi
Artık herkesin de bildiği bir gerçeğe göre 1980 darbesinin yarattığı siyasal ve toplumsal koşullarda Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) hazırladığı neoliberal yapısal uyum programlarını ANAP hükümeti yoluyla uygulamaya koymaya çalıştı. Ekonomi paradigmasında bir dönüşümün işareti olan, ithal ikameci sanayileşmeden ithalat yönelimli sanayileşmeye geçişi hedefleyen 24 Ocak Kararları uluslararası finans kuruluşlarının ekonomik darboğaz yaşayan kalkınmakta olan ülkelere önerdiği neoliberal reformların ruhunu taşımaktaydı. Sonrasında “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılacak bu reformlar uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, kamuya ait kaynakların özelleştirilmesi, mali disiplin, kamu harcamalarının azaltılması, finansal reform ve emek piyasasını esnekleştirilmesini hedefliyordu. Türkiye’de 1980 sonrasında dış ticarette koruma önlemlerinin giderek azalması ve ihracata yönelik teşviklerle birlikte ticaretin serbestleştirilmesi, 1988 yılında neredeyse tamamlanmıştı. 1989 yılında çıkarılan 32 Sayılı Karar ile sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlar kaldırılmış ve TL için konvertibiliteye geçilmişti.
Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009 kitabında belirttiği üzere “sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı bir ortamda para (faiz) ve döviz kuru politikaları birbirine bağlanır ve Merkez Bankası bu iki politika aracından sadece birini uygulayabilme durumunda kalır” (s. 179). Böylelikle devletin sermaye üzerindeki kontrolünün en önemli araçlarından biri ve özellikle finansal krizlere yanıt üretebilme kapasitesini haiz olan Merkez Bankası’nın eli kolu bağlı hale gelir. Türkiye de sermaye hareketleri üzerindeki kısıtları kaldırarak finansal krizlere karşı kırılgan hale gelmiştir. Bu bağlamda özellikle sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi genel olarak 1994, 1998/1999 ve 2001’deki krizlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Boratav’a göre, üç krizin de belirleyici nedeni, sermaye hareketlerinden kaynaklanan bir çevrimin (dalgalanmanın) sert bir ‘iniş’ içermesidir” (s.180). Finans ve üretim kaynaklı kar ve rant beklentisi ile ülkeye giriş yapan yabancı sermaye; büyüyen cari açıklar, banka sisteminde artan riskler ve siyasi belirsizlikler nedeniyle önce sıcak para formundaki türleri sonrasında ise diğer biçimleri ile ülkeden çıkışa yönelir ve döviz ve bankacılık sisteminde çöküşler ve şoklar meydana gelir.
1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin en önemli ekonomik problemi enflasyon olarak belirlenmiş ve hükümetler IMF’nin önerdiği reçeteler çerçevesinde enflasyonu aşağı çekmeye uğraşmıştı. Yükse faizli iç borçlanma nedeniyle artan kamu kesimi finansman açığı ve dış borçlanmanın paralel artışı, borçların ödenmesi için ek borçlanmaya gidilmesi “Ponzi finansmanı” diye adlandırılan borç tuzağının ortaya çıkmasına neden oldu. 1996-1999 yılları arasında Merkez Bankası (TCMB) döviz fiyatlarını geçmiş enflasyona bağlayarak spekülatif para hareketlerini kontrol etmeye çalıştı ve 2000 yılında ise nominal döviz kurunu ve böylelikle enflasyonu aşağı çekmeyi hedefledi. 1999 yılında IMF ile yüksek enflasyonu hedefleyen döviz kuru temelli, kamu harcamalarını azaltılması amacını içeren bir istikrar anlaşması imzaladı. Ancak artan kamu kesimi borçlanması ve cari açıklar nedeniyle 2000/2001’de kriz kaçınılmaz hale geldi.
2000/2001 Krizi
2000/2001 finansal krizi sermaye hareketleri kalemindeki büyük çapta sermaye kaçışlarının tetiklediği ödemeler dengesi krizi olarak tanımlanabilir. Kriz öncesi dönemde (Ocak 2000-Ekim 2000) net yabancı sermaye girişi 15.2 milyar dolar civarında iken, kriz döneminde (Kasım 2000-Haziran 2001) net sermaye çıkışı 10.5 milyar dolardır. 2001 yılında ülkenin Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH) %9.4 oranında küçülmüştür. İmalat sanayi ise 67.8 oranında küçülmüştür. Bu rakamlar Türkiye’de bazı fabrikaların kapandığı, iflasların yaşandığı, Türk parasının değer yitirdiği, vatandaşların yoksullaştığı, birçok insanın işsiz kaldığı ve borçlarını ödeyemediği anlamına gelmektedir.
2000/2001 krizi Kasım 2000’de gecelik faizlerin üç kat artarak %110 civarına çıkması ile beliren bankacılık sektöründeki oynaklık sayesinde belirgin hale geldi. 2000 yılının son döneminde TCMB döviz rezervleri yaklaşık beşte biri 5.5 milyar dolar eridi. Yaşananlar bankacılık sektöründe bir soruna, döviz darboğazına ve döviz rezervi yoluyla enflasyonu düşürmeyi hedefleyen TCMB’nin güçsüzlüğüne ve mali dengesizliklere işaret ediyordu. 2000 sonrasında Türkiye ekonomisi giderek güven kaybediyordu ve sıcak para hareketliliği artmıştı.
2001’deki krize “neden” olan şey, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa fırlatmasıydı. Ancak krizin gerçek nedeni bu değildi tabii ki. Artan sıcak para hareketleri, IMF gözetiminde uygulanan istikrar programının başarısızlığı, bankacılık sektöründeki artan oynaklık ve bu koşulları sermaye lehine düzeltecek siyasi iradenin oluşamayacağı öngörüsü ile ülkeden çıkışa yönelmiş ve diğer yabancı sermaye türleri de sıcak parayı izlemiştir. Böylelikle Türkiye ekonomisi (para) likidite(si) krizi ile karşı karşıya kalmıştır.
Sonuç
Kriz sonrası DB’da çalışmış Kemal Derviş, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atandı ve Nisan 2001’de “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” Türkiye’yi ekonomik krizden çıkaracak yeni bir program olma iddiası ile topluma sunuldu. Program büyüme hızı, enflasyon, kamu kesimi finansmanı gereği ve faiz dışı fazlası, iç ve dış borç yükleri ile faiz hadleri ve döviz kurlarının seyrine ilişkin bir dizi sayısal hedef veya öngörüyü içeriyordu. Ancak uygulandığı süre içersinde program krizlere neden olan kamu finansmanı açıklarına ve ekonominin yabancı finansal sermayeye özellikle sıcak para girişine dayanan kırılgan yapısal sorununa çözüm üretemedi.
TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ 1908-2009, Korkut Boratav, İmge Yayınları, 2012.
Peki, bu kadar belirgin iktisadi, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açan 2000/2001 krizinin ekonomik doğası neydi? Krizin nedenleri, varsa krizin dışsal faktörleri nelerdi? Siyasal sonuçları ne oldu? Bu soruları cevaplamadan önce 1980 sonrası yaşanan neoliberalizme geçiş sürecine krizin ortaya çıktığı koşullara bakalım.
2001 Öncesi
Artık herkesin de bildiği bir gerçeğe göre 1980 darbesinin yarattığı siyasal ve toplumsal koşullarda Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) hazırladığı neoliberal yapısal uyum programlarını ANAP hükümeti yoluyla uygulamaya koymaya çalıştı. Ekonomi paradigmasında bir dönüşümün işareti olan, ithal ikameci sanayileşmeden ithalat yönelimli sanayileşmeye geçişi hedefleyen 24 Ocak Kararları uluslararası finans kuruluşlarının ekonomik darboğaz yaşayan kalkınmakta olan ülkelere önerdiği neoliberal reformların ruhunu taşımaktaydı. Sonrasında “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılacak bu reformlar uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, kamuya ait kaynakların özelleştirilmesi, mali disiplin, kamu harcamalarının azaltılması, finansal reform ve emek piyasasını esnekleştirilmesini hedefliyordu. Türkiye’de 1980 sonrasında dış ticarette koruma önlemlerinin giderek azalması ve ihracata yönelik teşviklerle birlikte ticaretin serbestleştirilmesi, 1988 yılında neredeyse tamamlanmıştı. 1989 yılında çıkarılan 32 Sayılı Karar ile sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlar kaldırılmış ve TL için konvertibiliteye geçilmişti.
Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009 kitabında belirttiği üzere “sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı bir ortamda para (faiz) ve döviz kuru politikaları birbirine bağlanır ve Merkez Bankası bu iki politika aracından sadece birini uygulayabilme durumunda kalır” (s. 179). Böylelikle devletin sermaye üzerindeki kontrolünün en önemli araçlarından biri ve özellikle finansal krizlere yanıt üretebilme kapasitesini haiz olan Merkez Bankası’nın eli kolu bağlı hale gelir. Türkiye de sermaye hareketleri üzerindeki kısıtları kaldırarak finansal krizlere karşı kırılgan hale gelmiştir. Bu bağlamda özellikle sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi genel olarak 1994, 1998/1999 ve 2001’deki krizlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Boratav’a göre, üç krizin de belirleyici nedeni, sermaye hareketlerinden kaynaklanan bir çevrimin (dalgalanmanın) sert bir ‘iniş’ içermesidir” (s.180). Finans ve üretim kaynaklı kar ve rant beklentisi ile ülkeye giriş yapan yabancı sermaye; büyüyen cari açıklar, banka sisteminde artan riskler ve siyasi belirsizlikler nedeniyle önce sıcak para formundaki türleri sonrasında ise diğer biçimleri ile ülkeden çıkışa yönelir ve döviz ve bankacılık sisteminde çöküşler ve şoklar meydana gelir.
1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin en önemli ekonomik problemi enflasyon olarak belirlenmiş ve hükümetler IMF’nin önerdiği reçeteler çerçevesinde enflasyonu aşağı çekmeye uğraşmıştı. Yükse faizli iç borçlanma nedeniyle artan kamu kesimi finansman açığı ve dış borçlanmanın paralel artışı, borçların ödenmesi için ek borçlanmaya gidilmesi “Ponzi finansmanı” diye adlandırılan borç tuzağının ortaya çıkmasına neden oldu. 1996-1999 yılları arasında Merkez Bankası (TCMB) döviz fiyatlarını geçmiş enflasyona bağlayarak spekülatif para hareketlerini kontrol etmeye çalıştı ve 2000 yılında ise nominal döviz kurunu ve böylelikle enflasyonu aşağı çekmeyi hedefledi. 1999 yılında IMF ile yüksek enflasyonu hedefleyen döviz kuru temelli, kamu harcamalarını azaltılması amacını içeren bir istikrar anlaşması imzaladı. Ancak artan kamu kesimi borçlanması ve cari açıklar nedeniyle 2000/2001’de kriz kaçınılmaz hale geldi.
2000/2001 Krizi
2000/2001 finansal krizi sermaye hareketleri kalemindeki büyük çapta sermaye kaçışlarının tetiklediği ödemeler dengesi krizi olarak tanımlanabilir. Kriz öncesi dönemde (Ocak 2000-Ekim 2000) net yabancı sermaye girişi 15.2 milyar dolar civarında iken, kriz döneminde (Kasım 2000-Haziran 2001) net sermaye çıkışı 10.5 milyar dolardır. 2001 yılında ülkenin Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH) %9.4 oranında küçülmüştür. İmalat sanayi ise 67.8 oranında küçülmüştür. Bu rakamlar Türkiye’de bazı fabrikaların kapandığı, iflasların yaşandığı, Türk parasının değer yitirdiği, vatandaşların yoksullaştığı, birçok insanın işsiz kaldığı ve borçlarını ödeyemediği anlamına gelmektedir.
2000/2001 krizi Kasım 2000’de gecelik faizlerin üç kat artarak %110 civarına çıkması ile beliren bankacılık sektöründeki oynaklık sayesinde belirgin hale geldi. 2000 yılının son döneminde TCMB döviz rezervleri yaklaşık beşte biri 5.5 milyar dolar eridi. Yaşananlar bankacılık sektöründe bir soruna, döviz darboğazına ve döviz rezervi yoluyla enflasyonu düşürmeyi hedefleyen TCMB’nin güçsüzlüğüne ve mali dengesizliklere işaret ediyordu. 2000 sonrasında Türkiye ekonomisi giderek güven kaybediyordu ve sıcak para hareketliliği artmıştı.
2001’deki krize “neden” olan şey, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa fırlatmasıydı. Ancak krizin gerçek nedeni bu değildi tabii ki. Artan sıcak para hareketleri, IMF gözetiminde uygulanan istikrar programının başarısızlığı, bankacılık sektöründeki artan oynaklık ve bu koşulları sermaye lehine düzeltecek siyasi iradenin oluşamayacağı öngörüsü ile ülkeden çıkışa yönelmiş ve diğer yabancı sermaye türleri de sıcak parayı izlemiştir. Böylelikle Türkiye ekonomisi (para) likidite(si) krizi ile karşı karşıya kalmıştır.
Sonuç
Kriz sonrası DB’da çalışmış Kemal Derviş, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atandı ve Nisan 2001’de “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” Türkiye’yi ekonomik krizden çıkaracak yeni bir program olma iddiası ile topluma sunuldu. Program büyüme hızı, enflasyon, kamu kesimi finansmanı gereği ve faiz dışı fazlası, iç ve dış borç yükleri ile faiz hadleri ve döviz kurlarının seyrine ilişkin bir dizi sayısal hedef veya öngörüyü içeriyordu. Ancak uygulandığı süre içersinde program krizlere neden olan kamu finansmanı açıklarına ve ekonominin yabancı finansal sermayeye özellikle sıcak para girişine dayanan kırılgan yapısal sorununa çözüm üretemedi.
TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ 1908-2009, Korkut Boratav, İmge Yayınları, 2012.
0 yorum:
Yorum Gönder