24 Ocak Kararlarının Anatomisi (Kansu YILDIRIM)

James O’Connor gibi iktisatçılara göre krizler ve onları izleyen genişleme dönemleri kapitalizmin yeniden yapılanmasını sağlar. Çelişkilerle malul olan kapitalist üretim tarzı için krizler aynı zamanda sermaye birikiminin ve siyasetinin restorasyonu için birer “imkândır”. Pek çok ülkede yaşanmış krizlerin en önemlilerinden birisi, “finans hegemonyasına yol açan” ve neoliberalizmi tarih sahnesine çıkartan 1970’lerin sonundaki krizdir. 1977 krizi, sadece ekonomik tedbirlerle sınırlı kalmamış, toplumları siyasi, ideolojik ve kültürel olarak yeniden düzenleyen geniş ölçekli hegemonya projelerini ve birikim modellerini gündeme getirmiştir. Türkiye’de bu durumun hem askeri zoru hem de piyasa zorunu içeren yansımaları 24 Ocak Kararları ile başlamıştır diyebiliriz. Öncelikle 24 Ocak Kararlarına yol açan atmosferi kısaca inceleyelim.

Krizin Artalanı

1971 yılında Bretton Woods sisteminin çökmesinin ardından gelişmiş kapitalist ülkelerde ve önemli piyasalarda stagflasyon belirmiştir. Stagflasyon yani enflasyonist durgunluk dönemlerinde hammadde fiyatları hızla artmış, ham petrolün fiyatı önceki yıllara göre (1973-1976 yılları arasında) dört katına çıkmıştır. Jan Toporoswki’ye göre bu gelişmelerin sonucunda petrol gibi pahalı metaları ihraç eden devletler (OPEC) çok fazla ihracat fazlası vermeye başlamıştır. 1974 yılında OPEC’in petrol fiyatlarını arttırması üye devletlerin kasalarında çok büyük miktarlarda birikime yol açmıştır. Bu süreçte petrol ihracatçısı devletler artan ihracat gelirleriyle piyasalara yönelmiş, kasalarındaki paraları Kuzey ülkelerinin uluslararası bankalarına mevduat olarak yatırmıştır. Bankalar ise büyük miktardaki paraları Üçüncü Dünyanın “kalkınma” gibi taleplerini karşılamak üzere krediler formuna büründürmüş, yüksek faizlerle kredi vermeye başlamıştır. Ne var ki ekonomik büyüme balonu çok kısa sürede patlamış, borç alan ülkeler faizlerin artışı karşısında çaresiz bırakılmıştır. Devlet ve özel sektör harcamalarındaki azalma, borç verilen Üçüncü Dünyanın ihraç ürünlerine olan talebin ve ürünlerinin fiyatlarının düşüşünü tetiklemiş, bu ülkelerin ekonomileri gerilemiş, borçların geri ödenmesinde ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Kredileri tahsil etmek üzere Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) gibi ulusüstü kurumlar görevlendirilmiştir.

IMF, DB gibi kapitalist kurumlar, kredi verme yahut kredileri taksitlendirme gibi ekonomik işlevlerin dışında sermayenin toplumsal yeniden üretimi ve birikim süreçlerinin akıbeti için siyasal stratejiler ve planlar hazırlamıştır. Suzanne de Brunhoff’a göre kriz ortamı, hem merkez hem de çevre ülkelerde siyasi dönüşümlere yol açmıştır. 1979-1980 yıllarında ABD’de Reagan ekonomisi, İngiltere’de Thatcherizm ve Batı Avrupa’da enflasyona karşı planlamalar söz konusu dönüşümün en belli başlı olanlarıdır. İlaveten, IMF ve DB gibi kurumlar aracılığıyla da “uyum”lulaştırma siyaseti için çeşitli “formüller” üretilmiştir. Bütün formüllerin ortak amacı, kabaca özetlersek, az gelişmiş ve gelişmekte olan ulusal piyasaları uluslararası piyasalara eklemlemek ve sermayenin normlarına toplumsal düzeyde (silahla veya yasalarla) meşruluk kazandırmaktadır.

Türkiye’de Kriz

1977 yılında patlak veren ekonomik kriz, siyasal ve toplumsal çalkantıları zirveye taşımıştır. Sungur Savran’ın belirttiği üzere, krizin Türkiye bağlamındaki başlıca nedeni iç pazara dönük sermaye birikiminin çelişkileridir. Bu birikim tarzının asli çelişkisi, ulusal ekonominin dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde ortaya çıkmaktadır: Dünya pazarında rekabet gücü ulusal kapitalist ekonomi için gereklidir. Ancak iç pazarın sınırlılığı, büyük ölçekli üretim birimlerinin kurulmasını engelleyerek emek üretkenliğinin yükselişini sınırlandırır. Bu da uluslararası ölçekte ulusal ekonominin rekabetini zayıflatır. Savran krizi kronolojik olarak şöyle sıralar: İç pazara dönük sermaye birikiminin krizinin ön göstergelerinin 1970 yılında belirdiğini; 12 Mart sürecinde buna herhangi bir çıkar yol bulunamadığını; 1972-1973 yılları arasındaki dünya ekonomisinin büyümesinin göreli yansımaları nedeniyle bu sorunların geri plana itildiğini; 1975-1977 yılları arası dönemde büyük çapta kısa vadeli borçlanmayla geçici tedbirler alındığını; 1977 yılındaki krizle eski birikim tarzının çelişkilerinin ortaya döküldüğünü belirtir.

Sınıfsal açıdan değerlendirdiğimizde, “altın çağ” olarak adlandırılan Keynesyen refah devleti döneminde işçi sınıfının siyasi ve ekonomik olarak örgütlenerek sermayenin oyun alanını daralttığını görürüz. Ücretler, sosyal yardımlar, sosyal güvence gibi kazanılmış hakların daha da artması ideolojik bakımdan alternatif fikrini kuvvetlendirmiştir. Sermaye sınıfları hegemon konumlarını korumak için kriz ortamında müdahale kanallarını tartışmaya başlamıştır. Öncelikli ve ilk müdahale, sermaye ilişkilerini yeniden düzenleyen, Türkiye’nin uluslararası piyasalara eklemlenme mekanizmalarını inşa edecek hukuksal ve siyasi müdahaledir: Bu da yapısal uyum programlarıdır.

Yapısal Uyum ve 24 Ocak 1980


24 Ocak (1980) Kararlarını değerlendirirken Tülin Öngen, DB’nin yapısal uyum programlarına angaje olan Süleyman Demirel hükümetinin temel maksadının serbest piyasa düzeni uyarınca ekonomiyi yeniden yapılandırma olduğunu belirtir. Bu programların siyasi maksatlarından birisi ise uluslararası konjonktürde Türkiye’nin ABD’nin ve Avrupa’nın Ortadoğu’daki güvenilir bir üssü olmaya zorlanmasıdır. Bu bağlamda 24 Ocak Kararları diye bilinen, mimarları arasında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın yer aldığı paket hazırlanmıştır. Bu paket, basit bir “ekonomik istikrar paketinin” ötesindedir.

48,6’lık devalüasyonu, günlük kur uygulamasını, dış ticaretin serbestleştirilmesini, kar transferlerine kolaylığı, yabancı sermaye yatırımları için teşvikleri, devletin ekonomideki rolünün azaltılmasını, gümrük muafiyetini, enerji, ulaştırma gibi alanlarda sübvansiyonların kaldırılmasını öngören 24 Ocak Kararları, bazı dolaylı ve doğrudan sonuçlar hedeflemekteydi. Öngen’e göre yabancı sermayenin hacminin büyütülmesi, yerli sermayenin emek hareketi karşısında güçlendirilmesi gibi hedefleri olan Kararlar, siyaset ve ekonomini karşılıklı ilişkilerini yeniden şekillendiriyordu. Ne var ki toplumsal sınıfsal muhalefetin Kararların pratikte tatbikine karşı engel teşkil etmesi, sermaye için piyasa-dışı zoru seçenek haline getiriyordu. Türkiye’de sınıf hareketini bastıracak, siyasi önderlik sorununu otoriter ve baskıcı bir siyasal rejimle çözebilecek tüm seçenekler, 24 Ocak Kararlarına hizmet etmekteydi. Sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu durum dünyada farklı ülkelerde de yaşandı. Kriz, siyaseti ve hukuku askıya alan silahlı devlet aygıtlarının müdahil olmasıyla çözüme kavuşturulmaya çalışıldı. Nicos Poulantzas’ın tabiriyle “burjuvazinin de facto siyasal partisi” olan ordu veya polis gibi iç ve dış güvenlik aygıtları 24 Ocak’ın hayata geçirilmesi için 12 Eylül 1980’de gülme sırasını sermayeye verdi!


Sürekli Kriz Politikaları Türkiye’de Sınıf, İdeoloji ve Devlet, Neşecan Balkan, Sungur Savran (Haz.), Metis Yayınları, İstanbul, 2004.

0 yorum:

Yorum Gönder